Hiroshima mon amour - Nijūyojikan'nojōji - 二十四時間の情事

KARŞITLAR HARMONİSİ

On dokuzuncu yüzyıl ikinci yarısında, yeni sömürgeler aranan ABD ve Avrupa’nın, Japonya ile ticarî ilişkiler kurma arzuları olumlu netice verince, silâh gücü Japon’ların çok üstünde olan batılı sömürgeci güçler, Japon ordusunu geliştirmek gerekçesiyle, buraya adeta askerî bir çıkarma yaptılar. Batı’nın, tüm alanda giderek çoğalan baskıları, siyasî ticarî ve kültürel dayatmaları, Japon toplumunu bunaltarak, bilinçaltında derin zedelenmelere yol açtı. Eğitim, hukuk anlayışı ve ordu yapısı, batı ülkelerininkiler gibi yeniden düzenlendi. Ordu’da yapılan kökten değişikliklerle, Japonya’nın millî kimliği samuraylar, ordudan atıldılar. Bunu izleyen vadede Japonya, hızla sanayileşmeğe başladı. İktisadî yapısı kapitalistleşti… İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya, Pasifik adalarını işgâl etti. Giderek büyüyen bu güç karşısında hiçbir şey yapamayan Amerika, Japonya’ya petrol engeli-ambargosu uyguladı. Böylelikle, Japon-Amerikan ilişkileri bitti. Japon’lar, sıkı bir istihbârat ile Amerikan donanması yerini tespit ederek, bir sabah ansızın Hawaii, Pearl Harbour’da, demirli Amerikan gemilerine hava saldırısı düzenleyerek, hepsini batırdı… Bir yıl içinde, müttefik donanması tarafından esir alınan Japon filosu, ülke için ağır darbe oldu. İki yıl içinde Amerika’nın ağır hava saldırıları başlayacak, 1945 yazına değin, ülkede yüze yakın bölge yok olacaktı. Amerika, yüz binlerce sivili öldürüşüne doymayarak, kapanışı Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombalarıyla yaparak, yüz binlerce sivili acımasızca katletti…

Aslen, atom bombası ve onun yıkımı, öldürücülüğü hususunda bir belge film yapmak üzere işe alınan ve ilk uzun metraj filmini yapacak olan Alain Resnais, biçimcilikten ırak, aşırı gerçekçi, bulgulara dayalı bir iş gerçekleştirmenin, kendisini, belgesel yönetmenine çevireceğini bildiğinden, bilinçli davranarak, yapımcısına danıştı ve bir atom bombasının yarattığı tahribatın, etkilediği toplum üzerinde ruhsal tesirlerini en temel varoluşsal yeti, aşk-sevi üzerinden vermeği ve bunu en naif biçemde betimleyecek Marguerite Duras yazmadığı müddetçe, asla istedikleri gibi etki yaratılamayacağı hususunda şaka yollu uyardı…

Bir zamanlar Fransız sömürgesi iken adı Çinhindi olan Vietnam’da doğan Duras, öğretmen bir ana-babanın üçüncü çocuklarıdır. İki ağabeyi olan Marguerite, on yedi yaşındayken, ailesi Fransa’ya göç eder. Bir yıl denli kaldıktan sonra, annesinin öğretmenlik görevi üzere Saygon’a dönerler. Felsefe öğrenimi gören Duras, eş zamanda matematik dersleri alır; kamu hukuku ve sonra, politik ekonomi alanında eğitimini sürdürür… 1937'de öğrenimi bitince, Fransız hükûmeti ‘Koloniler Bakanlığı'nda iş bulur. 1939'da, henüz öğrenim görürken, tanıştığı yazar Robert Antelme ile evlenirler. Bunun üzerine bir dizi kötü olgu yaşayan Marguerite, PCF'nin(Fransız Komünist Partisi) ‘aktif’ üyesi eşinin, bir dönem işkence görerek, üstüne sınır dışı edilmesiyle iyice sıkıntılı bir sürece girer. Robert serbest bırakılıp, ülkesine dönünce, direncini yitirerek, otuz sekiz kiloya düşmüştür. Duras, eşini eski sağlığına kavuşturur; ancak araya giren mesafelerle, ilişkileri çoktan bittiğinden, ayrılırlar…

Marguerite, 1943'te ilk romanını yayımlar; babasının doğup, büyüdüğü kasaba olan Duras'tan esinle, mahlas mahiyetinde, Duras soyadını kullanmaya başlar. Duras, pek çok roman, oyun, film, röportaj, deneme ve kısa kurmacalar yazar… Duras’ın eserlerinde temel toplumsal kaygılar, gereksinmeler-duygular süzgecinden geçer. İkinci Dünya Savaşı esnasında, bir toplama kampında esir tutulan kocası Robert Antelme ayrılık yaşarken, bağlılığın gereksizliği inancına göre davranarak, yazar Dionys Mascolo ile ilişkiye başlar ve bu yakınlaşmanın tesiri olarak, ménage à trois yapıtını yaratır… Yaşamının son yirmi yılını, ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşmakla geçirir. Bir ara, bir yıl denli komada yatar. Ve 3 Mart 1996’da, gözlerini ebedîyen kapar. Ardında, her zamana nazaran oldukça yenilikçi düşünceler, varoluş biçimleriyle bezeli yapıtlar bırakır. Bunlardan en mühimi, tıpkı Godard’ın, Serseri Aşıklar’ı gibi Fransız Yeni Dalga’sına yön veren yapıntılardan, Hiroshima mon amour - Nijūyojikan'nojōji - 二十四時間の情事 olur…

1958’de, Fransa’da açığa çıkan ve ilk uygar sinema yönelimi olarak görülen Yeni Dalga’nın odak noktası, öncülü ve esin mebdesi İtalyan Yeni Gerçekçiliği gibi Dünya siyasetinde gelinen son raddede, savaşların yıkıcılığı ve bunlara sebep olan bezirgân elitlerin, tıpkı günümüzde olduğu üzere ölümcül hırsları sonucu insanlığı yüzleştirdikleri kitlesel yok oluşa hizmet eden Yeni Gerçekçi sinemanın hedefinde olan ‘Beyaz Telefon Filmleri’ ana akım sinema egemenliğinde Dünya Sineması’nda duyulan köklü değişim gereksinimi idi. İtalyan Yeni Gerçekçiliği, bu gereksinimi tetiklemişti. Fransız sineması, savaş esnasında ve sonrasında sürekli olarak gerileme göstermişti. ‘Hollywood’ tarzı yıldızlı ve büyük bütçeli filmler yapmayı çare gören Fransız yapımcıların yaptıkları ana akımsal taklit filmler, izleyiciden ilgi görmedi. Bu durum karşısında, bütçeli yapımlara gerçekleştirmek istemeyen yapımcılar, ilk filmlerini çeken yönetmenlerle, düşük bütçeli yapımlara yöneldiler… Yaşamın birebir yansıması olan ve algıya sunulan devinimli imgeler dizisinin, izlek göz algısında anlamlandırma sürecine tabii olarak, kişilerin, olguların ve kapsandıkları bağlamın, makûl zaman durumu içinde bütününü, içeriğine ve biçimine göre ayrıştırmaya iter. İzleyici, şeyler arasında ilişiği kavrayarak, bütünlüklü yargıya ulaşır; zira perde-ekran, yansıtıcı konumundadır…

1950’lerde Fransa’da filizlenen, Cinéma vérité(Sinema Gerçek) denilen gerçekçi sinema biçimi açığa çıktı. İtalyan Yeni Gerçekçi sinema doğasını andıran, alıcı-kamerayla, sokağa çık, ne görürsen kaydet; alıcı-kamerayı, gelişigüzel-doğaçlama biçimde kullanma anlayışıyla hareket edilen yaklaşımda, Fransız budunbilimci(etnolog), görüntü yönetmeni ve yönetmen Jean Rouch, sanat ile yaymaca bağlamlarını harmanlayan İzlek Göz(Kinoks) birimi kurucusu Dziga Vertov’un, sinemanın geleceğine dair kuramı Kino-Pravda akımından ve Robert Flaherty -Kuzeyli Nanook(ilk belge film)- ‘den esinle, alıcı-kamerasıyla, kör bir dilenci olmaksızın sokak sokak gezerek, algı sınırlarında gerçekliği kaydediyordu. Böylelikle, Cinéma vérité akımının öncü filmleri ortaya çıktılar. Herhangi ön hazırlık, ‘yıldız oyuncu’ , bütçe gerektirmeyen eğilim hâliyle, ana akım sinemanın acımasız egemenliğine savaş açacak genç bir topluluğun ilgisini çekecekti. Filmlerin çok ucuza mâl olmaları, baştan-sona saf gerçekçi oluşları, edebî bir dergi çevresinde toplaşan bir avuç hevesli genci etkileyecekti. 60’lar ardından dünyaya yayılan akım, Gilles Groulx, bir Anglosakson undergorund-yer altı sinemacı, John Cassavates ve Barbara Kopple gibi başı çeken sanatçıları etkilemiştir…


Böyle biçimler, kitap âşığı, gerçeğe korkunç meraklı genç bir topluluğun, Fransız eleştirmeni ve film kuramcısı André Bazin öncülüğünde, André Bazin, oyuncu, senarist ve yönetmen Jacques Doniol-Valcroze ve İtalyan asıllı film eleştirmeni Joseph-Marie Lo Duca tarafından, Paris'te kurulmuş, 1951’den beri aylık yayımlanan Fransız sinema dergisi, Cahiers du cinéma(Sinema defterleri) çevresinde toplaşmaları, sayısız kitaplardan bol okumalar, uygun gerçekliğe ilişkin tartışmalar ile geçen zamanlar, hem Fransız, hem Dünya sineması ve insanlık için sinemanın ülkü ereğini belirlemişler; halkı, gerçeklerden öteleyen Amerikan güdümünde Fransız sinemasına yepyeni yönelim kazandıracak ivmeyi yaratmışlardır. Yeni Dalga(Nouvelle Vague)’nın çıkış noktası, Dünya Sineması’nda duyulan elzem değişim gereksinimi idi. İtalyan Yeni Gerçekçiliği, bu ihtiyacı tetiklemişti. Yeni Dalga’cılar, sinemanın, gerçekliğin yeniden sunumu olması gerektiği düşüncesine katılmazlar. Onlara göre, filmin gerçekliği, izleyicinin sınırlı algısı dâhilinde katılımıdır. Sinemayı, gerçeküstücü(sürrealist)  gören Jean-Luc Godard, sinemanın doğrudan tesirlendiği doğaya, tıpkı insanın, onun üzerinde olması icap eden geliştiriciliği, gözeticiliği gibi anlam yüklediğini düşünür. Gerçekliğin saflığı, kişinin sınırlı algısı derinliği ile gerçekliğini yitirmeksizin biçimlenir. André Bazin öncülüğünde, François Roland Truffaut, Jean-Luc Godard, Claude Chabrol, Éric Rohmer, Jacques Rivette gibi nevi şahıslarına münhasır kişilikler çevresinde gerçekleşen akım, izleyicinin, günlük yaşamda olduğu üzere birbiri ardı gelişigüzel imgeleri-olguları, birbirine bütünleyerek yarattığı örüntü-biçim olarak temel oluşum anlayışına sahiptir.  Birbirinden kopuk görünen örüntüler topluluğu, algıda bütünlenir. Oysa gerçek yaşamda olduğu gibi birbirlerinden alâkasız gözüken şeyler, sınırlı algıda karmaşa gibi görünen gerçeklik zemininde, anlamsallık olmaksızın doğrudan, ya da dolaylı olarak birbirlerini etkilerler. Gerçekçi sinemayı anlamak, birbirinden kopuk görünen öğelerden zamansal olguları birleştirerek tek bir gerçeklik yaratmak gibidir. Bu durum, film izleyicisinin gerçek hayatta benzer şeyleri düşünmesinden, yaşamasından ya da gözlemlemesinden kaynaklıdır.

Belli kalıplara, türlere, ‘janrlar’ göre film yapmaktan mustarip, çağdaşı sinemacılardan ayrılan düşünce biçimiyle, Paris Sinematek’lerinden çıkmayan yarım düzine genç sinemacı, yeni bir eğilimin başlangıcını oluşturdular. Film d'auteur(Yaratıcı Sinema) başka deyişle, ‘Yönetmen Sineması’ düşüncesini yarattılar. Truffaut, Chabrol, Alain Resnais gibi yönetmenlerin filmlerinin yapım maliyetlerinin çok düşük oluşu ve dönemine göre kalıpları aşan yenilikçi düşünceleri, belli yapımcıları, kendileri ile çalışmaya itti. Filmin, baştan-sona tüm üretim etkinliğine katılan, yöneten yönetmeni karşılayan bir sözcük olan Auteur, filme teknik yetisini, ustalığını katan sıradan yönetmen aksine, duygularını ve kişiliğini filme sindirerek, yarattığı Mise-en-scène(Mizansen) ile onu çok uzun zamanlar yaşayacak canlılığa büründüren, ona kişilik atfeden yaratıcı yönetmendir. Bu bağlamda, bir Auteur Metin Erksan’ın, ‘Tanrı Kral’ deyimini anımsamak yerindedir:

“…Ne demek rejisör? Nerden geliyor, reji nerden geliyor? Rejimantasyon. Reji, tek el, insan; bu demek. Tanrı Kral demek. Tanrı Kral! Diktatörlük değil. Efendim, sinema kolektif bir iştir. Hayır, kolektif iş değildir! Sinema, bir tek kişinin iradesi ve isteği dâhilinde yapılan bir sanattır…”

Metin ERKSAN

Mimar Sinan Üniversitesi

Sinema-Televizyon Merkezi

Bu doğrultuda, yaratıcı yönetmen, filminin bütün yaratım aşamasına katılarak, ona kişiliğini katar. Aktarmak istediği düşüncenin, ayrımlı imgelerin muntazam birliğinde sunumunu yaratır. Zira düşünce, sinemanın temel meselesidir. Burada düşünceden kasıt, dilde alışılagelindiği üzere ‘ideoloji’ değildir. Düşüncesi olmayan film, dinî, siyasî ve toplumsal değerler üzerine oynayan ana akım sinemanın tecimsel kaygılarından öte değildir.

Mart 2014’te yaşamını yitiren Alain Resnais, altmış yılı aşkın kariyerine, 1940'lar ortalarında ‘film editörü’ olarak eğitim gördüğü esnalarda çektiği deneysel kısa filmlerle başladı. 1950’ler sonlarında, konulu uzun metraj filmlere geçiş yaptı. O esnalar Yeni Dalga’nın en etkin zamanlarıydı. Biçemi, her ne denli bu doğrultuya yakın olsa da Resnais, kendini hiçbir zaman bu yenilikçi akım içinde görmedi. Filmlerinde daima örselenmiş bilinçaltı ürünü düşler ile gerçekler arası keskin ayrımı naifçe irdeleyen Resnais’nin kendisi de, çocukken sürekli astım nöbetlerine tutulduğundan, okuldan, arkadaş çevresinden ırak evde mürebbiye eğitimiyle yetişti. Yalnızlığı ona, Geleneksel Dünya Edebiyatı’ndan, çizgi roman kültürüne değin geniş bir okuma alışkınlığı edindirdi. Yaklaşık on yaşında sinemadan etkilendi ve ana-babası, ona 8 mm. bir fotoğraf makinesi hediye etti. Böylelikle, ilk deneysel filmlerini üretmeğe başladı. Ancak hala eksik bir şeyler vardı. Cüretkâr girişimleri kesinlikle izlediği filmlere benzemiyordu. Beş sene içinde, yaklaşık on beş yaşına değin bu meseleyi de çözecekti; gerçeküstücülüğü(sürrealizm) keşfedecek ve bu bağlamda, André Breton'un düşüncelerinden etkilenecekti…

Paris’te gittiği tiyatrolar, onda bir başka tutkusunu uyandırdı: oyunculuk. Oyunculuk üzerine iki yıl eğitim de aldı. Lâkin çalışma olanağı bulamadı. Bunun üzerine, Görüntü Kurgusu eğitimi aldı. 1959 yapımı Hiroshima mon amour, Resnais’in ilk uzun metrajlı filmi idi. Yapımcılar, atom bombasının yıkıcılığı hakkında emsal yaratacak bir belge film çekmek arzusundaydılar. Ancak Resnais, zamanında kendi yaptığı bir savaş belgeseline çok benzeyeceğinden, kendisini sıradan bir belge filmci ve en çok kısa film yönetmeni olarak lanse edeceğinden, yapımcıları, uzun metraj bir filme ikna etti; neticede atom bombası yine ana konu içinde ana öğe-mizansen olarak yer alacaktı. Bu doğrultuda, yazar Marguerite Duras ile yaptığı görüşmede, Hiroşima üzerine düşünmenin, orada gerçekleşen toplu katliamın ölümcüllüğünü ifade etmenin olanaksızlığı üzerine belge nitelikli kurmaca film geliştirdiler. Savaşın ve yıkımın, insan zihninde açtığı kalıcı hasarı bir Japon’un, bir batılı-Fransız ile karşılıklı konuşmalarıyla sunarak, bedensel yaralar ve kopmuş uzuvlara dair görüntülerle desteklemeyi öngördüler. O zamanlar bu biçim, bir sinema filmi için aşırı cüretkâr ve yenilikçi idi. Üstelik bu arka konu, ana konuda evli bir adam ile evli bir kadının yasak ilişkisini çevreleyecekti. Film, Japonya ve Fransa müşterek yapımı olacağından, her iki taraf yapımcıları, kadın-erkek iki ana ıra tasarlayarak, biri Fransız, diğeri Japon olmasını koşul belirttiler. Her iki ülkede gerçekleştirilen çekimlerde, iki ülkenin de, teknisyenlerden oluşan geniş bir film ekibi istihdam edildi…

Her ne denli Resnais, öyle görmese de film, 1959 Cannes Film Festivali'nde, Truffaut'un, 400 Darbe(Les Quatre Cents Coups)’si ile gösterildiğinde, Fransız Yeni Dalga’sının önlenemez yükselişinde, başarılı bir tesir olarak algılandı… Hiroshima mon amour(Hiroshima My Love) - Nijūyojikan'nojōji - 二十四時間の情事 tüm yenilikçi işlerde olduğu gibi doğrusal olmayan akışa sahiptir. Godard’ın, 1960 yapımı À bout de souffle(Serseri Âşıklar) ve Truffaut’nun, 1959 yapımı 400 Darbe’si ile Fransız Yeni Dalga’sı en etkili filmlerinden kabûl edilmiştir…  Hiroshima mon amour, senaristi, yazar Marguerite Duras'a, ‘Oscar’ adaylığı yanında, 1959 Cannes Film Festivali, Fipresci Uluslararası Eleştirmenler Ödülü'nü kazandırdı. Ancak hep olduğu gibi birilerinin, filmin ana konusu, nükleer bombalar, aşırı hassas birileri için ölümcül yan etki yaptığından, gerçeklere duyarlılığı olan ABD’yi üzmemek için ‘Oscar’ adaylığından çıkarıldı. Ayrıca, 1960 yılında Belçika Film Eleştirmenleri Birliği Grand Prix'ni kazandı…

Filmin yenilikçi görsel kurgusunda mizansen olarak Resnais'in, kısa bir hafıza kesiti düşüncesi üzere sahnelerle kesişen kısa geri dönüş sekansları kurgulandı. Bir geri dönüşten, diğerine atlamanın algıda yaratacağı rahatsız edici etkinin önüne geçmek ereğiyle, çok kısa geriye dönüşler yeğlendi. Japon film yönetmeni Nobuhiro Suwa, 2001 yılında, filmin bir nevi yeniden üretimi olan H Story adlı filmini yönetti. Emmanuelle Riva'nın ilk uzun metraj icraatı olan film, belge yanını desteklemek ve filmi uzun zamanlar ölümsüz kılmak adına atom bombasının yarattığı kıyımın gerçek görüntülerini kullanmıştır. Film başlarında, Hiroşima Barış Anıtı Müzesi'nde sahne, Japon aktör Eiji Okada'nın, ana film içinde asıl kimliği ile ‘Cameo’ rol aldığı 1953 Japon yapımı Hiroshima (1953) birkaç sahne içerir.

“Sen bir şey görmedin, Hiroşima’da.”

“Her şeyi gördüm…”

Hiroşima’da, kente az tepeden bakan bir otel odasında sevişmekte olan Fransız bir kadın ve Japon bir adam, Hiroşima’ya atılan atom bombasının yıkımı üzerine konuşurlar… Kadın-Elle, oyuncu; adam-Lui, mimardır. İkisi de evlidir. Kadın oynamakta olduğu Fransız-Japon ortak yapımı, savaş karşıtı film için Hiroşima’ya gelmiştir. Seviştikten sonra, atom bombasının yarattığı ölüm ve yıkım üzerine sohbet ederler. Beraber geçirdikleri gün boyunca, karşılıklı konuşmalarına eşlik eden atom bombasının yarattığı bedensel ve bilinçsel tahribat üzerinden, insanlığın ne denli yanlış yaşadığı, dünyayı sonsuz kötülüklerle doldurduğu vurgulanır… Elle, zihnini örseleyen ölümcül bir anısını, ilk aşkını anlatır. Savaş esnasında işgâl altında Nevers/Fransa’da, genç bir Alman askerine âşık olmuştur. Iraklara kaçacakları gün, adam, direnişçiler tarafından vurulup, öldürülür. Bu sebeple ruhsal durumu bozulan Elle, bir Alman’a âşık olduğu için halk tarafından dışlanır. Zihinsel durumu giderek kötüleştiğinden, ailesi onu evleri bodrumuna kapatır; günleri öyle geçer…

Öte tarafta Hiroşima’lı Lui ise, bombanın düşüp, ailesini yok ettiği gün Japon İmparatorluk Ordusu'na alınmıştır. Bomba Savaştan sonra, Hiroşima'ya döner; mimar olur ve evlenir… Çiftin ‘travmatik’ geçmişleri, arka akışta atom bombasının tahribatı ile özdeşleştirilir; bu süreçte ilişkileri de, süzgeçten geçer… Lui, Elle'den, onunla kalmasını ister. Elle, Fransa'da ailesi olduğu için onu geri çevirir. Yıllar evvel Alman’a duyduğu aşkın nihâyeti gibi Lui ile ilişkisinin de yürümeyeceğini, hazin biçimde neticeleneceğini düşünür; aşkı hep başarısızlığa mahkûmdur…

Hiroşima Sevgilim, kötülüğün yarattığı yıkımın küllerinden doğan saf aşkın öyküsü. Resnais’nin, Yeni Dalga bağlamında görmediği denli herhangi düşüncenin, akımın niteliklerden öte çok daha keskin gerçekliğin, naif biçimde doğrudan sunumu. Aşk-sevgi, yok olan güzelliklerin yeniden filizlenmesini sağlayacaktır. İnsan için gerekli tek eylem sevmektir… ABD’nin yarattığı yıkımı, toplumsal bilinçaltında taşıyan Japon ulusu, yarım asırdan fazla sürede, her ne denli teknik ve iktisadî bakımdan çok hızlı kalkınma süreci yaşamış olsa da, içinde savaşın derin yaralarını barındırmayı sürdürüyor. Uyuyan canavarın uyanışının simgesel karşılıkları, yazılı ve görsel kaynaklarda ziyadesiyle kendini gösteriyor. Bir gün, dengelerin ansızın değişeceği zamana doğru geri sayıyor…

Resnais’nin de belirttiği üzere hakkında düşünülecek bir husus değil, Hiroşima. Yenilikçi rejimantasyonu yani kamera kullanımı, dönemi ötesinde görüntü kurgusu, iki temel, sevgi ve ölüm üzerine kurulu, iki zıt bağlamı, belge ve kurgu film biçimlerini birleştiren yalın anlatı kurgusu ile Dünya Sineması’nda, kalıcı cüretkâr bir devrim yaratmış. Elle ile Lui’nin, seviştikleri açılış görüntülerinde küllerle bürülü çıplak bedenleri, ölümün örtüsü altında nefretin yıkımından yükselen sevgilerini, birbirlerine sebepli dokunuşlarıyla veriyor. Sözün yittiği ânlar, karşıt variyetlerin birleşmelerine sinmiş dokunuşlar, kucaklaşmalar, öpüşlerle üzerinde konuşulmaması gereken âna doğru hassas bir gerçeklik sunuyor…

Filmde kullanılan, başka filmin çekim sürecini oluşturan, atom bombasının öldürdüğü kişileri yâd ediş, yürüyüş, sevginin kutsadığı çiftin, üzerlerine koşarca ilerleyen intikama tutuşmuş kalabalık arasında kalışları, tüm kötülükler temeli gölgesi esiri insanı, derinlerinde karanlığına terk ettiği zerre kıvılcım, sevginin, nefret çoğulu karşısında ne yetersiz olduklarını gösteriyor. Marguerite Duras’in, özel yaşamında gönül ilişkileri yansıması olarak, eşlerini aldatan ve buna gerekçe aşkı savunan çiftin, bu denli ön yargı ile nefretin olduğu Dünya’da, sevgi eylemlerini daha fazla sürdüremeyişleri, tarafların soğuk yuvalarına dönüşleriyle nihâyetleniyor. Lui’nin, başına buyruk, özgürlükçü kişiliği, kitlesel yok oluşta ailesini yitirmiş olmasından öte gelmekle, Resnais’nin, astım rahatsızlığı sebebiyle okuldan, arkadaşlardan ırak, kitaplarla geçen çocukluğunun yalnızlık yaralarını barındırıyor. Lui’nin aidiyetsizlik duygusu, bilinçaltı kendi denli örselenmiş dengi ile tamamlanıyor. Elle’in zihin yarası, bilhassa film sonunda otel odasında yalnızken, açtığı çeşmeden, lavaboya dolan suda yüzünü yıkayışı, saçlarının ıslanışı devinimleriyle, gerçekçi biçimde yansıtılmış…

Dönemin, geneline yakını akım bağlamında yenilikçi Fransız filmlerinde görmeğe alıştığımız, zamanının epey ötesinde ki, günümüz içinde aykırı kalan gerçekçi biçimcilik anlayışı, salt gerçek gösterme hevesinden gayrı, insanın yararlı, zararlı eylemlerinin nedenlerinin yattığı bilinçaltı derinlerine yolculuk gibi görülebilir. Bu durumu en iyi Resnais işlemiştir. İtalyan Yeni Gerçekçi sinemacılar aksine Yeni Dalga’cılar, birbirlerinden daha belirgin olarak ayrılırlar. Godard’ın, toplum hicveden, görüntü kurgusu devamlılık arz etmeyen mizansen odaklı rejimantasyonu, Truffaut’nun, bireylerin ve ilişkilerinin ayrıntılı sunumu, akıma itki veren başlangıç filmi 1959 yapımı Yakışıklı Serge(Le Beau Serge) ile Chabrol ve dahası üyeleriyle, Dünya Sinema Tarihi’nde unutulmayacak emsalsiz dönem yaratmışlardır…