Antoine Doinel

BÜYÜMEYEN ÇOCUK

Ana-babadan ırak, Alain Resnais’nin çocukluğuna benzer, yalnızlıkla dolu çocukluk geçiren Truffaut, 6 Ocak 1932’de, Paris’te doğduktan sonra, bencil ebeveynleri tarafından bir süt anneye emânet edildi. Sütten kesildikten sonra, mürebbiye terbiyesi üzere büyükannesi yanına gönderildi. Sekiz sene sonra, büyükanne ölünce, annesi ile babası aslında onu hiç istememelerine karşın mecburî yanlarına aldılar. Bu mühlette çoğu kez evden kaçtı. Nihâyetinde bir yatılı okula verildi; firar alışkanlıkları, orada da sürdü…









"Babam, beni buldu; okula geri götürdü. Yaptığım şeyleri, okul yetkililerine anlattı. Bir yüz karasıydım. Eylemlerim küçümseniyordu. Bu sebeple, asla geri dönmedim. Halk kütüphanesine gider, saatlerce Balzac okurdum…”

François Roland Truffaut

Artık nerdeyse erinlik çağına gelmiş Truffaut, başının çaresine bakıyor, küçük çapta işlerde çalışarak, kuryelik, bir mağazada satış yardımcılığı, yazman, serbest kaynakçılık gibi işler yapıyordu. Beraber sürekli okuldan kaçtıkları ve gelecekte film eleştirmeni olacak olan Robert Lachenay ile ‘Film Bağımlıları’ dedikleri bir sinema derneği kurdular. Burada, Fritz Lang’in, 1927 yapımı Metropolis’i ve pek çok doğu Avrupa, Amerikan kara film örneklerinin 16 mm. kopyalarını göstermeğe başladılar. Fakat derneklerinin gösterim tarihleri, başka bir sinema derneği gösterimleri ile çakışınca, adı sanı işitilmemiş bu yeniyetme sinema müptelâlarının gösterimlerine kimse gelmedi. Bunun üzerine kanı kaynayan, âsi genç Truffaut, karşı derneği ziyaret edip, kendilerinden, gösterim günlerini değiştirmesini istedi. Bu cüretkârlığı, doğrudan geleceği kapısını aralayan adım oldu. Orada, André Bazin ile tanıştı. Truffaut bilerek biraz da pervasızlığından ötürü hata yaparak, sinema dernekleri gösterim bildirileri için afiş bastırmış, hâliyle bu da, her yerde hışımla oğlunu arayan babasının, izini bulmasına sebep oldu. Adam, oğlunun polise bastırıp, yakalattı. Truffaut, bir ıslahevine gönderildi. Bazin, onu oradan kurtarmak için uğraşırken, ana-babası, velayetini üzerlerinden attılar…

Bundan sonra, askere gidene değin zamanlarını yine birçok işte çalışarak ve olanak buldukça, sinema üzerine hararetli tartışmalara katılarak harcayan genç Truffaut, bir gün, kaldığı bir motelin karşısında bulunan bir kumaşçı dükkânında annesi ile kumaş satan bir kızdan hoşlanmağa başladı. Kızı uzaktan izleyen, asla yaklaşmayan çekingen Truffaut, bir müddet onun başka oğlanlarla sinemaya gidişlerini, gezişlerini düş kırıklığıyla gözlemledikten sonra, askere gitti. Birliğiyle beraber Güneydoğu Asya’ya gönderildi. Ancak pek hassas kişilikli kimseler, değişikliklerle pek avunamazlar. Orduya yazılmak, genç Truffaut’ya yaramadı; orda, sivil yaşamında olduğundan daha mutsuzdu. Sartre’nin örgütlediği ve Fransız askerlerini, Cezayir ile savaşmak yerine ordudan firar etmeye teşvik eden “121’ler Manifestosu” nu imzaladı. Mayıs 68 olayları başlangıcı olan Langloia’nın görevine son verilmesine karşılık muhalefeti örgütledi. Sonuç olarak, yıllar evvel çocukken yaptığı gibi bu kez askerden kaçtı. Ülkesine döndükten sonra, kentte bir gece kafede, Fransız yazar, fotoğrafçı, film yönetmeni, ‘multimedya’ sanatçısı ve belgeselci Chris Marker ile karşılaştı. Ona başından geçenleri anlattı. Chris, Alain Resnais’ye telefon etti. Resnais hemen atlayıp, geldi. Truffaut’yu aldılar ve Bazin’in yanına götürdüler. Biricik akıl öğretmeni, yoldaşı Bazin, sevgili genç Truffaut’ya, şimdilik yapabileceği en akıllıca işin, askere dönmek olduğunu, artık daha fazla kaçmamasını ve meseleleriyle yüzleşmesini, söyledi. Bunun üzerine geri dönen Truffaut, bir süre askeri cezaevinde yattı. Yerinde durmayan, çılgın, âsi Truffaut, bir kaçma girişimi daha ardından, istikrarsız kişiliği sebebiyle serbest bırakıldı…

Ahlâkî açıdan çocuk, vahşi doğada bir kurt gibidir. Toplumun dışındadır. Henüz yaşamı ilk döneminde, tesadüflere yer yoktur; yalnız suçlar vardır. Oysa yetişkinler dünyasında her şey mubahtır.

François Roland Truffaut

Sürekli nicelikleri değişen olgular evreninde, uzun süreli kesinlikten söz edilemeyeceği üzere tesadüflere yer olmadığından, bir eylemi gerçekleştirmek için acımasızca mücadele etmek, bir canlının en tabiî eğilimidir. Böyle derin bir varoluşçu kaygı, döneminde anca arka akışta bir unsur nesnesi olarak kalan sıradan bir kişiliği öne çıkaran, nevi şahsına münhasır bir sinemasal ıra yarattı: Antoine Doinel. Toplumsal değerlerle kirlenmeye dirense de, düzenin, önüne koyduğu sınavlarla yıpratılmış, gündelik yaşayan âsi erinin, dışlandığı toplumda kabûl görme arzusu, hiddetli bir gerilim yaratır… 400 Darbe’ye ivme kazandıran bu kişilik niteliği özünü, Truffaut’nun, örselenmiş çocukluk döneminden alır. Başlarda 400 Darbe, öncelemesi bir nevi denemesi olan, Truffaut’nun, ondan bir yıl evvel çektiği 1958 yapımı Yumurcaklar filmi ve ayrıca senaryo aşamasında kalmış bir film düşüncesi ile çocukluk izdemli bir üçleme olarak düşünülmüştü. Yumurcaklar, 400 Darbe’de betimlenen ‘başkaldıran çocuk’un, kısa bir ön sunumudur. Fransız yazar ve oyuncu Maurice Pons’un, öyküsüne dayanan Yumurcaklar, ilk aşk üzerine yarım saate yakın, yirmi beş dakikalık denemedir. Birkaç çocuğun bakışından seyreden anlatı, düşsel kusursuzlukta bir ilişkiyi öz biçimde irdeler. Genç kız ile genç adamın ilişkilerini izleyen çocukların, henüz yabancısı oldukları, aşk ilişkisinin belirsiz-karmaşık doğası karşısında, çaresizce bir kızı-kadını sevmek için çok küçük olduklarına karar verirler. Kendileri sahip olmayacaklarsa, başkasının da sahip olmaması gerektiği sevgiye saldırarak, genç çifte bir dizi kaba şakalar yaparlar. Sonunda oğlan ile kızı ayırmayı başarırlar. Ancak onu elde edememenin verdiği gerilim hâlâ sürmektedir; kızın bir dağ kazasında öldüğünü öğrenmeleriyle, bu mantıksız hiddet diner. Bir zaman ardından, çocuklar sokakta oynarlarken, kız az ötelerinden, onları fark etmeden geçip, gider. Birbirleri için yabancıdırlar artık… Aşka bâkir yüreğin, varoluş tecrübesi yetersiz, mantıksız, anlık düşünce biçimi ile bir müddet uylaştığı kısa fantezi olan Yumurcaklar, çocukluk algısının duygusal, saf iradeden değil de, canlı varlığın, hayatta kalmaya dair birbiri ile rekabeti doğrultusunda saf üreme içgüdüsü gibi kalıtsal ayrımlarla tetiklenen doğal seçilim ürünü olduğunu ortaya koyar. ‘Darvincilik(Darwinizm)’ temelli saf anlatı, Truffaut’nun, çocuk konulu filmlerinde daima gördüğümüz, kötücül düzenle çevrili saf irade çocukların, olağan hayatta kalma içgüdüleri ile doğrudan gerekli eyleme geçtikleri ve yukarda ki emsâlde gördüğümüz üzere kızı elde etme arzusuyla saldırdıkları türden çocuklardır. Amerikan sinemasında alışılagelen, ‘sessiz çocuk’un ilkin eylemsiz, ardından aldığı yaranın gerilimi ile ölümcülleşmesi unsurunun, gerçekçi düşüncede karşılığıdır. Çocuklar, büyümelerinin de tesiriyle gerçekleri görmeğe başlarlar. Jules and Jim’de, onca mücadeleleri nihâyetinde, topluma karşı kaybettiklerini anlayan üçlü gibi çocuklarda, hedefe duyulan saf arzunun, onun gerçeğine giden yol olduğunu anlarlar. Bu gerçek, onları bir derece olgunlaştıracaktır. Doğal olarak, ölümcül gereksindikleri saf arzu nesnesinin, sanıldığınca olmadığı, esas safın kendileri olduğunu anlamağa başlarlar. Bu deneyim, karşı cinse ilişkin ömürlerince daha farklı-gerçekçi izlenim sunar…

400 Darbe’nin başarısı ardından Truffaut, Yumurcaklar ile başlayan, ağırdan büyüyen, başka deyişle büyümeye direnen çocukların ardıl öyküleri üzerinden devam ettirmeği düşünmüşse de, toplumdan ‘istismarcı’ damgası yemekten çekinerek, bundan vazgeçti. Bak, ama dokunma… 400 Darbe’de Antoine’un, annesi bacaklarına baktığı hareketli görüntü, onun, kadınlar hakkında çekingenliğinden öte gelen edilgenliğini çağrıştırır. Onların oldukları ortamlarda bilerek bulunsa bile, asla eyleme geçmez. Her zaman kadınların, ona gelmeleri gerekmektedir. Tesadüfen ya da bir kadının ilk adımı atması sonucu bir ilişki yaşarken, hep kaskatı bir duruş sergiler. Büsbütün yalnızlığa gömülü, olguları ussal düzeyde değerlendiren, bu sebeple, kendileri, karşı tarafa öyle olmadıkları hâlde, kendilerine duygusal davranılmasını isteyen kadınlar karşısında daima gerçekçi kalan kişilik yapısı, Jean-Pierre Léaud, Antoine’nun, yetişkinlik dönemini canlandırırken, muzip ve hareketli hâl alır. Onun çocukluğunu, ‘yumurcak’ zamanını anlatan 400 Darbe, Antoine Doinel öyküsünün başlangıcıdır…

Bedensel ve zihinsel gelişim karmaşasında, o zaman değin inandığı gerçeklerden kopuşun getirdiği çaresizlik duygusu, âciz benliğini ansızın karşısında bulduğu hırçın yaşama karşı, olağan savunma içgüdüsü-saldırganlık yaratır. Alenen sığındığı bu tavır alma biçimi, toplumun ‘sorunlu’ değer biçtiği erini, en nihâyetinde her şeyi kabulleneceği uçsuz bir yanılsama içine çeker. Olgunluk dönemi bitişiyle, o haylaz çocuk geri dönecek olsa da, o zaman değin kusursuz bir sessizlik-boyun eğiş belirir. Toplum, birey olma yolunda bu farklı düşüncenin yaşadığı ikircikliğin ayrımındadır. Fakat sırf kendisine olduğu için aynının, öyle çok bulunmayan bir başkaldırana olması tadından yenmez seyirliktir. Buna bir tarafıyla güler. Zira böyle duyarsız, şiddetten beslenen, iki yüzlü bir maymun olmak pekâlâ tabiatıdır.

Filmimi, ilk gençlik çağı sorunları, ana-babadan duygusal kopuş, bağımsızlaşma gereksinimi, alt benlik karmaşası gibi dört temel mesele üzerine biçimlendirdim…”

François Roland Truffaut

Duyarlı kişiliği, farkındalıkçı düşünceleri-eylemleri yüzünden yanlış anlaşılan bir erin olan Antoine Doinel'in, pek tabiî biçâre olarak âsi davranışları nedeniyle ebeveynleri, öğretmenleri ile mücadelesini anlatır, beş filmlik serinin ilk parçası… Okuldan kaçışını ‘disiplin suçu’ sayan öğretmeni tarafından işkenceye maruz kalır. Dışarda yaşayabilmek için ufak çapta hırsızlıklara başvurur. Yaşadıklarını, hayatı, insanları yorumlamak üzere hayranı olduğu Balzac’tan alıntı yaptığında, öğretmeni, kendisini, Balzac’ın düşüncelerini çalmakla suçlar; bunun üzerine Doinel okulu bırakır. Antoine, evden kaçışı için gereken parayı sağlamak üzere üvey babasının iş yerinden pahalı bir daktilo çalar ve satmağa uğraşırken yakalanır. Üvey babası, onu polise teslim eder. Antoine, fahişeler ve hırsızlarla aynı kodesi paylaşır. Oradan da, sorunlu çocukların götürüldükleri bir gözlem merkezine yerleştirilir. Son sahnede Doinel, hep içten arzuladığı başka dünyayı görmek ereğiyle ona ulaşabileceği bir okyanus kıyısına doğru koşar. Antoine, film boyunca daima koşmaktadır. Sahile varınca, denize girer. Kamera, oğlanın donmuş yüzüne optik yakınlaştırma yapar ve film biter.

Anlaşıldığı üzere 400 Darbe, dâhil olduğu Fransız Yeni Dalga filmlerinde görüldüğü gibi bir öykü barındırmaz. Nicelikleri sürekli değişen olgular dizisine itki veren bir duruma tabidir. Yani ebeveynlerince istenmeyen, öğretmeni tarafından hor görülen çocuğun, çok küçük yaşta yüzleştiği gerçek dünyaya başkaldırısından kaynaklı eylemleridir… Tamamı doğaçlama çekilen, bir senaryosu dahi olmayan filmin doğası, bir çocuğun toplumsal kaideler, ayıp-yasak-günâh ile kirletilmemiş saf algısı üzerine tasarlanmıştır. Antoine’un, isyanı, filmin çekimlerinin başladığı ilk günler, Cahiers du cinéma kurucularından ve Truffaut’nun öz babası yerine koyduğu André Bazin’in ölümü, nitekim Truffaut için, Antoine’nun yetişkinliğini anlatan yeni bir seri yapma gereksinimini yarattı. Zira Bazin’in ebedî yitişi, öz ebeveyni olarak benimsediği büyüğünü yitiren çocuğun büyümesi idi… Çocuk algısı, her şeye bitimsiz merak duyar. Bir şey ardında nedeni, katıksız gerçeği bilme arzusuyla irdeler. Ama Antoine, gerçekleri doğrudan algılayabildiği gibi gerekli olanın ne olduğuna da hemen kanaat getirebilen bir muhakeme karakterine sahiptir. Onun değişmeyi reddeden yapısı, dışlanmaktan korktuğundan uzun zaman önce değişmenin gerekliliğine inandırılmış ve özünü yitirmiş öğretmeni, ebeveynleri tarafından aşağılıkça görülür. Sermayeci düzenin, Dünya toplumlarına değer gördüğü salt eylemci-görgücü, bireyci, kendiliğindenci = kibirli kişiliğe bürünmesi gereklidir. Aksi, kişiyi tuhaflaştırır ki, herkesin en çok korktuğu durum da, budur. Zira böyle alıştırılan toplumlar için Antoine gibi farkındalıkçı kişiler, algı çelici ölçütte ‘tehlike’ demektirler. Çekingen, edilgen, acı çeken, öfkeli erin Antoine, açık ara genel bir adaletsizlik sorunsalı olduğu bilincindedir. Bunu sarsmanın yegâne yolu, yönetmenin deyimiyle, -Ortalığı birbirine katmaktır. Bu sebeple Antoine Doinel, her yana saldırır. İsyan eder, okuldan kaçar, düşüncelerini açıkça ve büyük düşünceler üzerinden açıklar, hırsızlık yapar… Kendisini, yanlış toplumsallaşma ürünü gören, kendileri öyle olan karşıtlarına, açık yüreklilikle meydan okur. Onun başkaldırısı, insanları, doğaya ve birbirlerine yabancılaştırarak, bencilleştiren, evrenin yasalarını anlamaktan alıkoyan anamalcı ‘sistem’edir. Böyle esaslı bir çıkışı, aşırı duyarlı biri gerçekleştirebilir. Bunun en doğru karşılığı olarak, isyanı, hüzünlü çehresine yansımış bir havası olan Jean-Pierre Léaud, tesadüfî kişilik benzerliklerinden ötürü Truffaut’nun, ilk gençlik dönemine ilişkin örtük özyaşamöyküsü sayılan 400 Darbe’de, Antoine ırasını doğaçlama canlandırırken, daima kendini düşünmüştür…

Jean-Pierre Léaud, dört film daha Truffaut’nun sinemasal yansısı Antoine Doinel ırasını canlandırdı. Antoine Doinel, dışlanan, aldatılan, her nevi zorbalığa uğrayan, maddî-manevî sömürülen ve alay edilen erkeklerin duygusal simgesi, kadınların gerçek yüzlerini görmek için bir odaktır. Onun karşılaştığı erkeklerin hepsi, kadınlarla ilişkilerinden derin yaralar almışlardır. Truffaut filmlerinde, bilhassa Çalınmış Buseler’in, çekimlerinin 68 ilkyazına denk gelişi nedeniyle kendisinin ikinci kişiliği ‘militarist’ , etkin bir düşünce gönüllüsü yanı filmine keskin biçimde yansır. Çekimlere başlayışından dört gün sonra, 9 Şubat 1968’de, Fransız Sinematek’in yönetim kurulu toplantısına katılır. Sinematek kurucularından Hengri Langlois’nın görevine son verilmesiyle Truffaut, o gün itibariyle hem yönetmen, hem ‘ajitatör’ , kışkırtıcı olduğunu kabûl eder. Langlois’nın kovuluşu, Yeni Dalga’nın da, temelini oluşturan davalarının bir parçası olur. İlkin Yumurcaklar’a ardından, 400 Darbe’ye yansıyan başkaldıran kişiliği, artık etkin biçimde siyasî mücadele içindedir. Bir yandan filmine bütçe desteği ayarlamağa, diğer yandan halkı bilinçlendiren bildiriler yayımlamağa başlar. Çekimlerden arta kalan zamanlar, halk ile omuz omuza gösterilere katılır. 68 olaylarıyla beraber, Langlois meselesi, Çalınmış Buseler’in başarısında kilit noktalardır. Erinlikten, yetişkinliğe geçiş, yönetmenin deyimiyle, ‘gününü, gün et’ başkaldırısıdır…

Yetişkin Antoine bir gözlemcidir. Sevdiğini düşündüğü kadınlara dahi hayranlık duymaz. Böyle bir kadınla yaşanan ilişki ölümcüldür. Erkeğin öldüğü bir beraberlikte, ölüm üzerine sevişmek, bariz varoluş meselesine dönüşür. Kişi, yalnız var olduğunu hissetmek için duygusal gözüken cinsel yakınlaşmalar yaşar. İlişkiler, evlilikler sadece ölüm sonrasında var olabilirler. Bu sebeple aşk ile ölüm arasında kırılgan bir ahenk vardır. İlişkilerinde öldükten sonra, Antoine ile eşi Christine’in, başlarda uyumsuz seyreden ilişkileri düzelmeğe başlar. Bu doğrultuda Antoine’a yol gösteren ölümcül yara almış ama ölmesine karşın aşkı bulamamış Paul’un tükenmişlik kokan sözleri olur: …ölüm ardından sevişmek, sanki hâlâ var olduğunu kanıtlama gereksinimi duyuyormuşsun misali, bir telâfi biçimine benziyor. Burada Paul ve Antoine arasında ilişki, kitap kurdu Truffaut’nun, Oscar Wilde’a atıfta bulunması gibidir. Dorian Gray ve Lord Henry arasındaki yakınlık her ne denli Henry’nin, oğlanlardan hoşlanması yani Wilde’ın, çift eşeyli-biseksüel duygularına dayalı olsa da, Truffaut durumu, eşeyi aşan dayanışma içgüdüsü olarak göstermiş ve görünüşte yalnız kadınlarda olan duygular, düşünceler ve ortak çıkarlarda bağlılık hissi, yara almış erkeklerde de belirmektedir. Simgesel ölümüyle yüzleşmiş ya da yüzleşmeye hazır herkes için gereklidir. Ve aslında en doğru ilişki, ağır zihinsel yaralarla sonuçlanan çoğu ilişki ardından, her şeyiyle bağlı olunduğu hissedilen kişiyi bulmayla yani savaştan sonra, sıfırdan bir ülke, düzen yaratmayla gerçekleşir. Antoine’de anlar ki, Christine ile ilişkisi, ilk gençlik döneminde, önceki yani zincirin ikinci halkası Antoine ve Colette filminde, Colette’e duyduğu ilgi, keşfetme arzusuyla yandığı kadınların büyüleyici görünüşlerine ilişkindir. On yedi yaşında müzik öğrencisi Colette, onun bir dönem takıntısı olagelmekle, genç Truffaut’nun, askere gitmeden hemen önce bir müddet kaldığı bir motel karşısında annesi ile kumaşçı dükkânı işleten alelade bir genç kıza olan saplantısı karşılığıdır. Doğal olarak Antoine, Christine’e gerçek yakınlık duymağa başlar. Ta ki, devam filmi Aile Yuvası’nda, genç Japon kadın Kyoko ile karşılaşana değin. Sonra, ondan da sıkılacak ve evine dönecektir…

Hâlihazırda yatak odası sahnesinde de, Antoine ile Christine yan yana uzanmış farklı kitaplar okurken görülürler. Antoine, Japon kadınları hakkında bir kitap okumaktadır. Çift, aynı yatakta farklı düşler-beklentiler içindedir. 1970 yapımı Aile Yuvası, Antoine’un, kadınların büyülü olmadıklarını anlamağa başladığı raddedir. Antoine, artık kadınların büyülü olmadıklarının bilincindedir. Yaşamını biçimlendiren olgular gibi kadınları keşfedilmeleri gereken büyülü nesne misali gören yeniyetme Antoine yerine, onların, erkeklere yaptıkları üzere çıkarları için onlara yanaşan, onları bariz tutku kaynağı gibi gören Antoine vardır. Aile Yuvası, ilk kez bir Truffaut filmini siyasî temellendirme üzerine oturtur. Bu temel, ailedir. Bunu çevreleyen en küçük mekân geniş daireleri, evleridir. Çift, ev içinde birbirlerinde ırak farklı uğraşlar içinde yaşar. Film nihâyetinde, kendileri gibi ‘burjuva’ ve kendi hâlinde alışkanlıklar içinde komşuları olan çifte-benzer durumda çiftlerden yığına benzerler. Fayda, maliyet gündeliği içinde süregiden bu ölü bireylerden doğan çocuklar, ölü-soluk bir doku üzerine bezenmiş yavan biçimlere benzerler. Filmin odağı, siyasî açıdan en küçük birim aile, en küçükten, büyüğe-topluma genel bakış olanağı sunar. Antoine, bir romancı olma hayali içindeyken, Christine, bir keman virtüözü olarak başarılı olmuştur; en az onun kadar para kazanan bir genç kadın olarak, maddî anlamda ona gereksinmemektedir. Evinin kadını olmak zorunda olmadığı gibi doğurganlığını da ispat etmiştir; bir bebeği vardır. Hayata, Antoine denli duygusal bakmadığından, nasıl para kazanılacağını, her ihtiyacını nasıl karşılayacağını, ondan daha iyi bilir. Antoine nerdeyse, bir çocuğu olduğunu bile unutmuş gibidir…

            Antoine,

             -Sen, kız kardeşim, annemsin…

                Christine,

             -Karın olduğumu sanıyordum.

Truffaut’nun, ebeveynlerinden miras kalan olumsuz karmaşa, eş çileyi yaşayan erin Antoine’un, yetişkin olduğunda, annesi yerine koyabileceği bir eş aranmasına dönüşmüştür. Tipik bir ‘burjuva’ kadını olarak Christine, bunu katiyen mazur görmez. Zira bu tip kadınların en tahammül edemedikleri şey, erkeğin, kendilerini, anneleri sıfatına indirgemesidir…



Serinin son filmi, 1979 yapımı Kaçan Aşk’ta, Antoine ile Christine ayrılmışlardır. Oğulları Alphonse'un velâyetini paylaşırlar. Antoine’un, yıllardır yazmakta olduğu özyaşamöyküsel romanı yayımlanır. Christine’i aldatan ve boşanan Antoine, bir gün bir telefon kulübesinde, Christine'e çok benzeyen genç bir kadın olan Sabine'in yırtık bir fotoğrafını bulur. Ondan çok etkilenir ve bulmaya karar verir. Nihâyetinde onu bir plak dükkânında görünce yanaşır. Plak satıcısı Sabine Barnerias ile ilişkisi başlar Ama onunla da beraberliği, her kadınla olduğu gibi gelişir… Film boyunca Antoine, eski ilişkileri- ilk aşkı Colette ve Sabine arasında gidip, gelmeler yaşar. Antoine’un, hezeyanlarla geçen ömrü, çocukluğunda yaşadığı zihinsel örselenme sebebiyle asla düzgün bir hâl alamayacakta ve hiçbir kadının, kendisini anlamasına izin vermeyecektir.

Truffaut’nun kamerası, derinden bağlı olduğu Bazin’ci, ‘Derin Odak Kuramı’nı, toplumbilimci bakışla ele alır. Sabit çekimleri, canlı-cansız görüntü öğeleri, karakterleri ve olguları yorumlayan, oyuncunun devinimine göre çevrinme ve kaydırma yapan ya da eş zamanlı uyumla bunu gerçekleştiren, kimi zaman, tıpkı romanında kişileriyle konuşan bir yazar misali karakterlere fikir verip, yol gösteren rejimantasyondan oluşur. Truffaut bunu, kahramanı olan ve görsel öykü anlatma ustası olarak bilinen Hitchcock’tan bellemiştir. Truffaut’nun yorumlayıcı pan’ları, hareket üzerine görsel çıkarımlar üreterek, izleyiciyi, bütünlüklü düşünme eğiliminde filme dâhil eder. Antoine ve Colette’e değin filmleri hep geniş ekran iken, bu film itibariyle çerçeve oranı kaidelerine uyarak sinemaskop,  görüntü biçimine geçti. Zira Antoine’un, ilk iki filmi geniş ekran çekilmişti. Ancak sonraki üç filmi yetişkinlik dönemlerini anlattığından, çevrelendiği dünyanın, Antoine üzerinde sınırlamaları duygusunu yansıtmak ereğiyle bu eğilimde oldu. Truffaut’nun, acılarla geçen çocukluğu, ilk gençliği ve Cahiers du cinéma günlerinden uyum içinde ikircikli kişiliği, görsel biçemine de, geçmiştir. Eş zamanda hem akışa katılan kamerası yorumu hem de, biçimsel incelikle bezediği görüntüsü içeriği ayrı ayrı okuma gerektirir. Düşünsel süreçte irdelendiğinde, bu biçim birbirinden büsbütün ayrık görünür. Oysa çok duyarlı ve bilinçli bir bakış, bu bütünü birleştiren araç-alıcıyı kullanan birince anlaşılabilir. Görünende, kendini kadınlardan ötelemiş Antoine’un içsel ve dışsal yalnızlığı, bariz ruhsal durum, bir tür uzaklaşma gereksinimi gibi görülebilir. Ancak Antoine’un, mazisine baktığımızda, yaşadıklarından öte gelen yönelimlerini, bütünlüğe yerleştirdiğimizde, duygularının, eylemlerinin olağanlaştığını görürüz. Zira karısı Christine doğum yaparken, onun yanında değildir ve bunu, bir çeşit gönderme ile anlar; bir göl kıyısında, bir dergiye bakarak yürüyen bir kadının elinde derginin açık sayfasında, bir erkek çocuk resmine dikkat kesilir ve kamera, onun gözünden -Truffaut’ya özgü görsel biçemde- tele zoom ile resme odaklanır. Buradan hareketle, hâlâ küçük bir çocuk olan Antoine’un, annesini aradığı çıkarımına varırız…

Antoine Doinel, edebiyatta olduğu gibi sinema bağlamında da, eşine çok az rastlanır, gerçekçi temelleri sağlam ıralar, olgular birliğinde, eytişimsel açıdan çelişen görsel araçlar uyumuyla yaratılmış, nevi şahsına münhasır sinemasal ve sinematografik başarıdır…