BÜYÜMEYEN ÇOCUK
Ana-babadan ırak, Alain Resnais’nin çocukluğuna
benzer, yalnızlıkla dolu çocukluk geçiren Truffaut, 6 Ocak 1932’de, Paris’te
doğduktan sonra, bencil ebeveynleri tarafından bir süt anneye emânet edildi.
Sütten kesildikten sonra, mürebbiye terbiyesi üzere büyükannesi yanına
gönderildi. Sekiz sene sonra, büyükanne ölünce, annesi ile babası aslında onu
hiç istememelerine karşın mecburî yanlarına aldılar. Bu mühlette çoğu kez evden
kaçtı. Nihâyetinde bir yatılı okula verildi; firar alışkanlıkları, orada da
sürdü…
"Babam, beni buldu; okula geri götürdü.
Yaptığım şeyleri, okul yetkililerine anlattı. Bir yüz karasıydım. Eylemlerim
küçümseniyordu. Bu sebeple, asla geri dönmedim. Halk kütüphanesine gider,
saatlerce Balzac okurdum…”
François Roland Truffaut

Artık nerdeyse erinlik çağına gelmiş Truffaut,
başının çaresine bakıyor, küçük çapta işlerde çalışarak, kuryelik, bir mağazada
satış yardımcılığı, yazman, serbest kaynakçılık gibi işler yapıyordu. Beraber
sürekli okuldan kaçtıkları ve gelecekte film eleştirmeni olacak olan Robert
Lachenay ile ‘Film Bağımlıları’ dedikleri bir sinema derneği kurdular. Burada,
Fritz Lang’in, 1927 yapımı Metropolis’i ve pek çok doğu Avrupa, Amerikan kara
film örneklerinin 16 mm. kopyalarını göstermeğe başladılar. Fakat derneklerinin
gösterim tarihleri, başka bir sinema derneği gösterimleri ile çakışınca, adı
sanı işitilmemiş bu yeniyetme sinema müptelâlarının gösterimlerine kimse
gelmedi. Bunun üzerine kanı kaynayan, âsi genç Truffaut, karşı derneği ziyaret
edip, kendilerinden, gösterim günlerini değiştirmesini istedi. Bu cüretkârlığı,
doğrudan geleceği kapısını aralayan adım oldu. Orada, André Bazin ile tanıştı.
Truffaut bilerek biraz da pervasızlığından ötürü hata yaparak, sinema
dernekleri gösterim bildirileri için afiş bastırmış, hâliyle bu da, her yerde
hışımla oğlunu arayan babasının, izini bulmasına sebep oldu. Adam, oğlunun
polise bastırıp, yakalattı. Truffaut, bir ıslahevine gönderildi. Bazin, onu
oradan kurtarmak için uğraşırken, ana-babası, velayetini üzerlerinden attılar…

Bundan sonra, askere gidene değin zamanlarını
yine birçok işte çalışarak ve olanak buldukça, sinema üzerine hararetli
tartışmalara katılarak harcayan genç Truffaut, bir gün, kaldığı bir motelin
karşısında bulunan bir kumaşçı dükkânında annesi ile kumaş satan bir kızdan
hoşlanmağa başladı. Kızı uzaktan izleyen, asla yaklaşmayan çekingen Truffaut,
bir müddet onun başka oğlanlarla sinemaya gidişlerini, gezişlerini düş
kırıklığıyla gözlemledikten sonra, askere gitti. Birliğiyle beraber Güneydoğu
Asya’ya gönderildi. Ancak pek hassas kişilikli kimseler, değişikliklerle pek
avunamazlar. Orduya yazılmak, genç Truffaut’ya yaramadı; orda, sivil yaşamında
olduğundan daha mutsuzdu. Sartre’nin örgütlediği ve Fransız askerlerini,
Cezayir ile savaşmak yerine ordudan firar etmeye teşvik eden “121’ler
Manifestosu” nu imzaladı. Mayıs 68 olayları başlangıcı olan Langloia’nın
görevine son verilmesine karşılık muhalefeti örgütledi. Sonuç olarak, yıllar
evvel çocukken yaptığı gibi bu kez askerden kaçtı. Ülkesine döndükten sonra,
kentte bir gece kafede, Fransız yazar, fotoğrafçı, film yönetmeni, ‘multimedya’
sanatçısı ve belgeselci Chris Marker ile karşılaştı. Ona başından geçenleri
anlattı. Chris, Alain Resnais’ye telefon etti. Resnais hemen atlayıp, geldi.
Truffaut’yu aldılar ve Bazin’in yanına götürdüler. Biricik akıl öğretmeni, yoldaşı
Bazin, sevgili genç Truffaut’ya, şimdilik yapabileceği en akıllıca işin, askere
dönmek olduğunu, artık daha fazla kaçmamasını ve meseleleriyle yüzleşmesini,
söyledi. Bunun üzerine geri dönen Truffaut, bir süre askeri cezaevinde yattı.
Yerinde durmayan, çılgın, âsi Truffaut, bir kaçma girişimi daha ardından,
istikrarsız kişiliği sebebiyle serbest bırakıldı…
“Ahlâkî açıdan çocuk, vahşi doğada bir kurt
gibidir. Toplumun dışındadır. Henüz yaşamı ilk döneminde, tesadüflere yer
yoktur; yalnız suçlar vardır. Oysa yetişkinler dünyasında her şey mubahtır.”
François Roland Truffaut

Sürekli nicelikleri değişen olgular evreninde,
uzun süreli kesinlikten söz edilemeyeceği üzere tesadüflere yer olmadığından, bir
eylemi gerçekleştirmek için acımasızca mücadele etmek, bir canlının en
tabiî eğilimidir. Böyle derin bir varoluşçu kaygı, döneminde anca arka akışta
bir unsur nesnesi olarak kalan sıradan bir kişiliği öne çıkaran, nevi şahsına
münhasır bir sinemasal ıra yarattı: Antoine
Doinel. Toplumsal değerlerle kirlenmeye dirense de, düzenin, önüne koyduğu
sınavlarla yıpratılmış, gündelik yaşayan âsi erinin, dışlandığı toplumda kabûl
görme arzusu, hiddetli bir gerilim yaratır… 400 Darbe’ye ivme kazandıran bu kişilik
niteliği özünü, Truffaut’nun, örselenmiş çocukluk döneminden alır. Başlarda 400
Darbe, öncelemesi bir nevi denemesi olan, Truffaut’nun, ondan bir yıl evvel
çektiği 1958 yapımı Yumurcaklar filmi ve ayrıca senaryo aşamasında kalmış bir
film düşüncesi ile çocukluk izdemli bir üçleme olarak düşünülmüştü.
Yumurcaklar, 400 Darbe’de betimlenen ‘başkaldıran çocuk’un, kısa bir ön
sunumudur. Fransız yazar ve oyuncu Maurice Pons’un, öyküsüne dayanan
Yumurcaklar, ilk aşk üzerine yarım saate yakın, yirmi beş dakikalık denemedir. Birkaç
çocuğun bakışından seyreden anlatı, düşsel kusursuzlukta bir ilişkiyi öz
biçimde irdeler. Genç kız ile genç adamın ilişkilerini izleyen çocukların,
henüz yabancısı oldukları, aşk ilişkisinin belirsiz-karmaşık doğası karşısında,
çaresizce bir kızı-kadını sevmek için çok küçük olduklarına karar verirler.
Kendileri sahip olmayacaklarsa, başkasının da sahip olmaması gerektiği sevgiye
saldırarak, genç çifte bir dizi kaba şakalar yaparlar. Sonunda oğlan ile kızı
ayırmayı başarırlar. Ancak onu elde edememenin verdiği gerilim hâlâ
sürmektedir; kızın bir dağ kazasında öldüğünü öğrenmeleriyle, bu mantıksız
hiddet diner. Bir zaman ardından, çocuklar sokakta oynarlarken, kız az
ötelerinden, onları fark etmeden geçip, gider. Birbirleri için yabancıdırlar
artık… Aşka bâkir yüreğin, varoluş tecrübesi yetersiz, mantıksız, anlık düşünce
biçimi ile bir müddet uylaştığı kısa fantezi olan Yumurcaklar, çocukluk
algısının duygusal, saf iradeden değil de, canlı varlığın, hayatta kalmaya dair
birbiri ile rekabeti doğrultusunda saf üreme içgüdüsü gibi kalıtsal ayrımlarla
tetiklenen doğal seçilim ürünü olduğunu ortaya koyar. ‘Darvincilik(Darwinizm)’ temelli saf anlatı, Truffaut’nun,
çocuk konulu filmlerinde daima gördüğümüz, kötücül düzenle çevrili saf irade
çocukların, olağan hayatta kalma içgüdüleri ile doğrudan gerekli eyleme
geçtikleri ve yukarda ki emsâlde gördüğümüz üzere kızı elde etme arzusuyla
saldırdıkları türden çocuklardır. Amerikan sinemasında alışılagelen, ‘sessiz
çocuk’un ilkin eylemsiz, ardından aldığı yaranın gerilimi ile ölümcülleşmesi
unsurunun, gerçekçi düşüncede karşılığıdır. Çocuklar, büyümelerinin de
tesiriyle gerçekleri görmeğe başlarlar. Jules and Jim’de, onca mücadeleleri nihâyetinde,
topluma karşı kaybettiklerini anlayan üçlü gibi çocuklarda, hedefe duyulan saf
arzunun, onun gerçeğine giden yol olduğunu anlarlar. Bu gerçek, onları bir
derece olgunlaştıracaktır. Doğal olarak, ölümcül gereksindikleri saf arzu
nesnesinin, sanıldığınca olmadığı, esas safın kendileri olduğunu anlamağa
başlarlar. Bu deneyim, karşı cinse ilişkin ömürlerince daha farklı-gerçekçi
izlenim sunar…

400 Darbe’nin başarısı ardından Truffaut,
Yumurcaklar ile başlayan, ağırdan büyüyen, başka deyişle büyümeye direnen
çocukların ardıl öyküleri üzerinden devam ettirmeği düşünmüşse de, toplumdan
‘istismarcı’ damgası yemekten çekinerek, bundan vazgeçti. Bak, ama dokunma… 400
Darbe’de Antoine’un, annesi bacaklarına baktığı hareketli görüntü, onun,
kadınlar hakkında çekingenliğinden öte gelen edilgenliğini çağrıştırır. Onların
oldukları ortamlarda bilerek bulunsa bile, asla eyleme geçmez. Her zaman
kadınların, ona gelmeleri gerekmektedir. Tesadüfen ya da bir kadının ilk adımı
atması sonucu bir ilişki yaşarken, hep kaskatı bir duruş sergiler. Büsbütün yalnızlığa
gömülü, olguları ussal düzeyde değerlendiren, bu sebeple, kendileri, karşı
tarafa öyle olmadıkları hâlde, kendilerine duygusal davranılmasını isteyen
kadınlar karşısında daima gerçekçi kalan kişilik yapısı, Jean-Pierre Léaud,
Antoine’nun, yetişkinlik dönemini canlandırırken, muzip ve hareketli hâl alır.
Onun çocukluğunu, ‘yumurcak’ zamanını anlatan 400 Darbe, Antoine Doinel
öyküsünün başlangıcıdır…
Bedensel ve zihinsel gelişim karmaşasında, o
zaman değin inandığı gerçeklerden kopuşun getirdiği çaresizlik duygusu, âciz
benliğini ansızın karşısında bulduğu hırçın yaşama karşı, olağan savunma
içgüdüsü-saldırganlık yaratır. Alenen sığındığı bu tavır alma biçimi, toplumun
‘sorunlu’ değer biçtiği erini, en nihâyetinde her şeyi kabulleneceği uçsuz bir
yanılsama içine çeker. Olgunluk dönemi bitişiyle, o haylaz çocuk geri dönecek
olsa da, o zaman değin kusursuz bir sessizlik-boyun eğiş belirir. Toplum, birey
olma yolunda bu farklı düşüncenin yaşadığı ikircikliğin ayrımındadır. Fakat
sırf kendisine olduğu için aynının, öyle çok bulunmayan bir başkaldırana olması
tadından yenmez seyirliktir. Buna bir tarafıyla güler. Zira böyle duyarsız,
şiddetten beslenen, iki yüzlü bir maymun olmak pekâlâ tabiatıdır.
“Filmimi, ilk gençlik çağı sorunları,
ana-babadan duygusal kopuş, bağımsızlaşma gereksinimi, alt benlik karmaşası
gibi dört temel mesele üzerine biçimlendirdim…”
François Roland Truffaut

Duyarlı kişiliği, farkındalıkçı düşünceleri-eylemleri
yüzünden yanlış anlaşılan bir erin olan Antoine Doinel'in, pek tabiî biçâre
olarak âsi davranışları nedeniyle ebeveynleri, öğretmenleri ile mücadelesini
anlatır, beş filmlik serinin ilk parçası… Okuldan kaçışını ‘disiplin suçu’
sayan öğretmeni tarafından işkenceye maruz kalır. Dışarda yaşayabilmek için
ufak çapta hırsızlıklara başvurur. Yaşadıklarını, hayatı, insanları yorumlamak
üzere hayranı olduğu Balzac’tan alıntı yaptığında, öğretmeni, kendisini,
Balzac’ın düşüncelerini çalmakla suçlar; bunun üzerine Doinel okulu bırakır.
Antoine, evden kaçışı için gereken parayı sağlamak üzere üvey babasının iş
yerinden pahalı bir daktilo çalar ve satmağa uğraşırken yakalanır. Üvey babası,
onu polise teslim eder. Antoine, fahişeler ve hırsızlarla aynı kodesi paylaşır.
Oradan da, sorunlu çocukların götürüldükleri bir gözlem merkezine
yerleştirilir. Son sahnede Doinel, hep içten arzuladığı başka dünyayı görmek
ereğiyle ona ulaşabileceği bir okyanus kıyısına doğru koşar. Antoine, film
boyunca daima koşmaktadır. Sahile varınca, denize girer. Kamera, oğlanın donmuş
yüzüne optik yakınlaştırma yapar ve film biter.

Anlaşıldığı üzere 400 Darbe, dâhil olduğu
Fransız Yeni Dalga filmlerinde görüldüğü gibi bir öykü barındırmaz. Nicelikleri
sürekli değişen olgular dizisine itki veren bir duruma tabidir. Yani
ebeveynlerince istenmeyen, öğretmeni tarafından hor görülen çocuğun, çok küçük
yaşta yüzleştiği gerçek dünyaya başkaldırısından kaynaklı eylemleridir… Tamamı
doğaçlama çekilen, bir senaryosu dahi olmayan filmin doğası, bir çocuğun
toplumsal kaideler, ayıp-yasak-günâh ile kirletilmemiş saf algısı üzerine
tasarlanmıştır. Antoine’un, isyanı, filmin çekimlerinin başladığı ilk günler, Cahiers
du cinéma kurucularından ve Truffaut’nun öz babası yerine koyduğu André Bazin’in
ölümü, nitekim Truffaut için, Antoine’nun yetişkinliğini anlatan yeni bir seri
yapma gereksinimini yarattı. Zira Bazin’in ebedî yitişi, öz ebeveyni olarak
benimsediği büyüğünü yitiren çocuğun büyümesi idi… Çocuk algısı, her şeye
bitimsiz merak duyar. Bir şey ardında nedeni, katıksız gerçeği bilme arzusuyla
irdeler. Ama Antoine, gerçekleri doğrudan algılayabildiği gibi gerekli olanın
ne olduğuna da hemen kanaat getirebilen bir muhakeme karakterine sahiptir. Onun
değişmeyi reddeden yapısı, dışlanmaktan korktuğundan uzun zaman önce değişmenin
gerekliliğine inandırılmış ve özünü yitirmiş öğretmeni, ebeveynleri tarafından
aşağılıkça görülür. Sermayeci düzenin, Dünya toplumlarına değer gördüğü salt
eylemci-görgücü, bireyci, kendiliğindenci = kibirli kişiliğe bürünmesi
gereklidir. Aksi, kişiyi tuhaflaştırır ki, herkesin en çok korktuğu durum da,
budur. Zira böyle alıştırılan toplumlar için Antoine gibi farkındalıkçı
kişiler, algı çelici ölçütte ‘tehlike’ demektirler. Çekingen, edilgen, acı
çeken, öfkeli erin Antoine, açık ara genel bir adaletsizlik sorunsalı olduğu
bilincindedir. Bunu sarsmanın yegâne yolu, yönetmenin deyimiyle, -Ortalığı birbirine katmaktır. Bu
sebeple Antoine Doinel, her yana saldırır. İsyan eder, okuldan kaçar,
düşüncelerini açıkça ve büyük düşünceler üzerinden açıklar, hırsızlık yapar…
Kendisini, yanlış toplumsallaşma ürünü gören, kendileri öyle olan karşıtlarına,
açık yüreklilikle meydan okur. Onun başkaldırısı, insanları, doğaya ve
birbirlerine yabancılaştırarak, bencilleştiren, evrenin yasalarını anlamaktan
alıkoyan anamalcı ‘sistem’edir. Böyle esaslı bir çıkışı, aşırı duyarlı biri
gerçekleştirebilir. Bunun en doğru karşılığı olarak, isyanı, hüzünlü çehresine
yansımış bir havası olan Jean-Pierre Léaud, tesadüfî kişilik benzerliklerinden
ötürü Truffaut’nun, ilk gençlik dönemine ilişkin örtük özyaşamöyküsü sayılan
400 Darbe’de, Antoine ırasını doğaçlama canlandırırken, daima kendini düşünmüştür…

Jean-Pierre Léaud, dört film daha Truffaut’nun
sinemasal yansısı Antoine Doinel ırasını canlandırdı. Antoine Doinel, dışlanan,
aldatılan, her nevi zorbalığa uğrayan, maddî-manevî sömürülen ve alay edilen
erkeklerin duygusal simgesi, kadınların gerçek yüzlerini görmek için bir
odaktır. Onun karşılaştığı erkeklerin hepsi, kadınlarla ilişkilerinden derin
yaralar almışlardır. Truffaut filmlerinde, bilhassa Çalınmış Buseler’in,
çekimlerinin 68 ilkyazına denk gelişi nedeniyle kendisinin ikinci kişiliği
‘militarist’ , etkin bir düşünce gönüllüsü yanı filmine keskin biçimde yansır.
Çekimlere başlayışından dört gün sonra, 9 Şubat 1968’de, Fransız Sinematek’in
yönetim kurulu toplantısına katılır. Sinematek kurucularından Hengri
Langlois’nın görevine son verilmesiyle Truffaut, o gün itibariyle hem yönetmen,
hem ‘ajitatör’ , kışkırtıcı olduğunu kabûl eder. Langlois’nın kovuluşu, Yeni
Dalga’nın da, temelini oluşturan davalarının bir parçası olur. İlkin
Yumurcaklar’a ardından, 400 Darbe’ye yansıyan başkaldıran kişiliği, artık etkin
biçimde siyasî mücadele içindedir. Bir yandan filmine bütçe desteği ayarlamağa,
diğer yandan halkı bilinçlendiren bildiriler yayımlamağa başlar. Çekimlerden
arta kalan zamanlar, halk ile omuz omuza gösterilere katılır. 68 olaylarıyla
beraber, Langlois meselesi, Çalınmış Buseler’in başarısında kilit noktalardır. Erinlikten,
yetişkinliğe geçiş, yönetmenin deyimiyle, ‘gününü, gün et’ başkaldırısıdır…

Yetişkin Antoine bir gözlemcidir. Sevdiğini
düşündüğü kadınlara dahi hayranlık duymaz. Böyle bir kadınla yaşanan ilişki
ölümcüldür. Erkeğin öldüğü bir beraberlikte, ölüm üzerine sevişmek, bariz
varoluş meselesine dönüşür. Kişi, yalnız var olduğunu hissetmek için duygusal
gözüken cinsel yakınlaşmalar yaşar. İlişkiler, evlilikler sadece ölüm
sonrasında var olabilirler. Bu sebeple aşk ile ölüm arasında kırılgan bir ahenk
vardır. İlişkilerinde öldükten sonra, Antoine ile eşi Christine’in, başlarda
uyumsuz seyreden ilişkileri düzelmeğe başlar. Bu doğrultuda Antoine’a yol
gösteren ölümcül yara almış ama ölmesine karşın aşkı bulamamış Paul’un
tükenmişlik kokan sözleri olur: “…ölüm
ardından sevişmek, sanki hâlâ var olduğunu kanıtlama gereksinimi duyuyormuşsun
misali, bir telâfi biçimine benziyor.”
Burada Paul ve Antoine arasında ilişki, kitap kurdu Truffaut’nun, Oscar Wilde’a
atıfta bulunması gibidir. Dorian Gray ve Lord Henry arasındaki yakınlık her ne
denli Henry’nin, oğlanlardan hoşlanması yani Wilde’ın, çift eşeyli-biseksüel
duygularına dayalı olsa da, Truffaut durumu, eşeyi aşan dayanışma içgüdüsü
olarak göstermiş ve görünüşte yalnız kadınlarda olan duygular, düşünceler ve
ortak çıkarlarda bağlılık hissi, yara almış erkeklerde de belirmektedir.
Simgesel ölümüyle yüzleşmiş ya da yüzleşmeye hazır herkes için gereklidir. Ve
aslında en doğru ilişki, ağır zihinsel yaralarla sonuçlanan çoğu ilişki
ardından, her şeyiyle bağlı olunduğu hissedilen kişiyi bulmayla yani savaştan
sonra, sıfırdan bir ülke, düzen yaratmayla gerçekleşir. Antoine’de anlar ki,
Christine ile ilişkisi, ilk gençlik döneminde, önceki yani zincirin ikinci
halkası Antoine ve Colette filminde, Colette’e duyduğu ilgi, keşfetme arzusuyla
yandığı kadınların büyüleyici görünüşlerine ilişkindir. On yedi yaşında müzik
öğrencisi Colette, onun bir dönem takıntısı olagelmekle, genç Truffaut’nun,
askere gitmeden hemen önce bir müddet kaldığı bir motel karşısında annesi ile
kumaşçı dükkânı işleten alelade bir genç kıza olan saplantısı karşılığıdır. Doğal
olarak Antoine, Christine’e gerçek yakınlık duymağa başlar. Ta ki, devam filmi
Aile Yuvası’nda, genç Japon kadın Kyoko ile karşılaşana değin. Sonra, ondan da
sıkılacak ve evine dönecektir…

Hâlihazırda yatak odası sahnesinde de, Antoine
ile Christine yan yana uzanmış farklı kitaplar okurken görülürler. Antoine,
Japon kadınları hakkında bir kitap okumaktadır. Çift, aynı yatakta farklı
düşler-beklentiler içindedir. 1970 yapımı Aile Yuvası, Antoine’un, kadınların
büyülü olmadıklarını anlamağa başladığı raddedir. Antoine, artık kadınların
büyülü olmadıklarının bilincindedir. Yaşamını biçimlendiren olgular gibi
kadınları keşfedilmeleri gereken büyülü nesne misali gören yeniyetme Antoine
yerine, onların, erkeklere yaptıkları üzere çıkarları için onlara yanaşan,
onları bariz tutku kaynağı gibi gören Antoine vardır. Aile Yuvası, ilk kez bir
Truffaut filmini siyasî temellendirme üzerine oturtur. Bu temel, ailedir. Bunu
çevreleyen en küçük mekân geniş daireleri, evleridir. Çift, ev içinde
birbirlerinde ırak farklı uğraşlar içinde yaşar. Film nihâyetinde, kendileri
gibi ‘burjuva’ ve kendi hâlinde alışkanlıklar içinde komşuları olan
çifte-benzer durumda çiftlerden yığına benzerler. Fayda, maliyet gündeliği
içinde süregiden bu ölü bireylerden doğan çocuklar, ölü-soluk bir doku üzerine
bezenmiş yavan biçimlere benzerler. Filmin odağı, siyasî açıdan en küçük birim
aile, en küçükten, büyüğe-topluma genel bakış olanağı sunar. Antoine, bir
romancı olma hayali içindeyken, Christine, bir keman virtüözü olarak başarılı
olmuştur; en az onun kadar para kazanan bir genç kadın olarak, maddî anlamda
ona gereksinmemektedir. Evinin kadını olmak zorunda olmadığı gibi
doğurganlığını da ispat etmiştir; bir bebeği vardır. Hayata, Antoine denli
duygusal bakmadığından, nasıl para kazanılacağını, her ihtiyacını nasıl
karşılayacağını, ondan daha iyi bilir. Antoine nerdeyse, bir çocuğu olduğunu
bile unutmuş gibidir…
Antoine,
-Sen, kız kardeşim, annemsin…
Christine,
-Karın olduğumu sanıyordum.
Truffaut’nun, ebeveynlerinden miras kalan
olumsuz karmaşa, eş çileyi yaşayan erin Antoine’un, yetişkin olduğunda, annesi
yerine koyabileceği bir eş aranmasına dönüşmüştür. Tipik bir ‘burjuva’ kadını
olarak Christine, bunu katiyen mazur görmez. Zira bu tip kadınların en tahammül
edemedikleri şey, erkeğin, kendilerini, anneleri sıfatına indirgemesidir…

Serinin son filmi, 1979 yapımı Kaçan Aşk’ta, Antoine
ile Christine ayrılmışlardır. Oğulları Alphonse'un velâyetini paylaşırlar.
Antoine’un, yıllardır yazmakta olduğu özyaşamöyküsel romanı yayımlanır. Christine’i
aldatan ve boşanan Antoine, bir gün bir telefon kulübesinde, Christine'e çok
benzeyen genç bir kadın olan Sabine'in yırtık bir fotoğrafını bulur. Ondan çok
etkilenir ve bulmaya karar verir. Nihâyetinde onu bir plak dükkânında görünce
yanaşır. Plak satıcısı Sabine Barnerias ile ilişkisi başlar Ama onunla da
beraberliği, her kadınla olduğu gibi gelişir… Film boyunca Antoine, eski
ilişkileri- ilk aşkı Colette ve Sabine arasında gidip, gelmeler yaşar.
Antoine’un, hezeyanlarla geçen ömrü, çocukluğunda yaşadığı zihinsel örselenme
sebebiyle asla düzgün bir hâl alamayacakta ve hiçbir kadının, kendisini
anlamasına izin vermeyecektir.

Truffaut’nun kamerası, derinden bağlı olduğu
Bazin’ci, ‘Derin Odak Kuramı’nı, toplumbilimci bakışla ele alır. Sabit
çekimleri, canlı-cansız görüntü öğeleri, karakterleri ve olguları yorumlayan,
oyuncunun devinimine göre çevrinme ve kaydırma yapan ya da eş zamanlı uyumla
bunu gerçekleştiren, kimi zaman, tıpkı romanında kişileriyle konuşan bir yazar
misali karakterlere fikir verip, yol gösteren rejimantasyondan oluşur. Truffaut
bunu, kahramanı olan ve görsel öykü anlatma ustası olarak bilinen Hitchcock’tan
bellemiştir. Truffaut’nun yorumlayıcı pan’ları, hareket üzerine görsel
çıkarımlar üreterek, izleyiciyi, bütünlüklü düşünme eğiliminde filme dâhil
eder. Antoine ve Colette’e değin filmleri hep geniş ekran iken, bu film
itibariyle çerçeve oranı kaidelerine uyarak sinemaskop, görüntü biçimine geçti. Zira Antoine’un, ilk
iki filmi geniş ekran çekilmişti. Ancak sonraki üç filmi yetişkinlik
dönemlerini anlattığından, çevrelendiği dünyanın, Antoine üzerinde
sınırlamaları duygusunu yansıtmak ereğiyle bu eğilimde oldu. Truffaut’nun,
acılarla geçen çocukluğu, ilk gençliği ve Cahiers du cinéma günlerinden uyum
içinde ikircikli kişiliği, görsel biçemine de, geçmiştir. Eş zamanda hem akışa
katılan kamerası yorumu hem de, biçimsel incelikle bezediği görüntüsü içeriği ayrı
ayrı okuma gerektirir. Düşünsel süreçte irdelendiğinde, bu biçim birbirinden
büsbütün ayrık görünür. Oysa çok duyarlı ve bilinçli bir bakış, bu bütünü
birleştiren araç-alıcıyı kullanan birince anlaşılabilir. Görünende, kendini
kadınlardan ötelemiş Antoine’un içsel ve dışsal yalnızlığı, bariz ruhsal durum,
bir tür uzaklaşma gereksinimi gibi görülebilir. Ancak Antoine’un, mazisine
baktığımızda, yaşadıklarından öte gelen yönelimlerini, bütünlüğe
yerleştirdiğimizde, duygularının, eylemlerinin olağanlaştığını görürüz. Zira
karısı Christine doğum yaparken, onun yanında değildir ve bunu, bir çeşit
gönderme ile anlar; bir göl kıyısında, bir dergiye bakarak yürüyen bir kadının
elinde derginin açık sayfasında, bir erkek çocuk resmine dikkat kesilir ve
kamera, onun gözünden -Truffaut’ya özgü görsel biçemde- tele zoom ile resme
odaklanır. Buradan hareketle, hâlâ küçük bir çocuk olan Antoine’un, annesini
aradığı çıkarımına varırız…

Antoine Doinel, edebiyatta olduğu gibi sinema bağlamında da,
eşine çok az rastlanır, gerçekçi temelleri sağlam ıralar, olgular birliğinde,
eytişimsel açıdan çelişen görsel araçlar uyumuyla yaratılmış, nevi şahsına
münhasır sinemasal ve sinematografik başarıdır…