“Beni sevdiğini söyledin. Bekle, dedim. Beni götür, diyecektim. Git, dedin.”
MASUMİYETİN, GERÇEKLİK İLE YÜZLEŞİMİ
François
Roland Truffaut’nun baş yapıntısı, en iyi işi-filmi hangisi diye sorulsa,
bilirkişi geçinenlerin ağırlığı 400 Darbe ile Jules ve Jim arasında ayrışırlar.
Truffaut, pek öyle düşünmediyse de, Fahrenheit 451’dir kanımca. Şu, yerinde
düşüncedir ki, acılarla geçen masum çocukluğun, örselenmiş ilk gençliğe ve
belli bir yaşam tecrübesine erişmiş yetişkinliğe aşamalı gelişimini irdeleyen
Antoine Doinel serisinin, aşkın daha saf suretinde, ilk gençlik deneyimleriyle
bütünleşmiş hâlidir, Jules ve Jim. Truffaut’nun, bu filmine değin çektiği
filmleri daima gerçekçiliğin akışı berisinde kalmıştır. Bir belge filmci edâsıyla,
alçakgönüllü bir ödüncülük gütmüştür. Jules ve Jim ise, görsel olarak
diğerlerinin olmadığınca biçimci, düşünsel açıdan ‘yenilikçi’ bir anlamda
‘olumsuzlamanın, olumsuzlaması’ olabilecek işlerliktedir. İçe kapanık, eyleme
geçmekten âciz erkek yerine, çevresi geniş, daha yaşama dönük, şen ve insancıl,
yerinde duramayan(cinsine münhasır) bir kız, iki oğlan arasında örtük aşk üçgeni çevresinde,
bağlamına dâhil olmayı, reddettikleri kuralcı bir dünya bulunur. Sıkı dostlar
Jules ve Jim gözünden, filmin odağı üçüncü kişi Catherine’dir…
Yine eş suali yineler Truffaut; Kadınlar büyülü müdür? Aynı kızı seven iki
genç adam, onu, kendilerine benzetme, her açıdan onu bastırarak, kendilerinden
geride tutma arzusu içinde kızın peşinden oradan oraya sürüklenirler.
Gelenekçi, ataerkil toplumlarda olduğu üzere erkek, üzerine yüklenen görevlerin
yoğunluğu altında korkuları kaynağı ile yüzleşmekten kaçınır. İlk
insansılardan, uygar bireye değin erkek toplumu, daima korkuları sebebiyle
saldırgan ve bencil tutumlar içinde olagelmiştir. Kendisine sürekli ne yapması
gerektiğinin söylenmesi, sınırlarını dolaylı olaraktan kadının belirlediği ama
sorumluluk almakla yüzleşmediği iç dünyasında, gölgesini denetleyemeyen her
erkek, ömrünce korkularıyla yaşamağa mecburdur. Esnek eğri boyunca iki uçtan
çekiştiren, görünüşte aynı şeyi isteyen, en çok gereksindiği hürlüğü, kadının
eşeysel ayrıcalığında görmekten rahatsızlık duyan Jules ve Jim’in, olgunlaşma
öyküsüdür. Truffaut, Henri-Pierre Roché'nin yarı özyaşamöyküsel romanını, filme
almadan hemen evvel şöyle ifade etmiştir:
“Jules ve Jim romanında, beni en çok etkileyen
nitelik, olgular değil, yapıtın biçemi ve kişilerinin doğası, aralarındaki
ilişkinin saflığı yani kitabın ahlâkıdır…”
François Roland Truffaut
“İnsanlığın yasalarını keşfetmek, soylu bir
karardı. Ancak kurallara, nasıl daha uygun biçimde uyum sağlanır? Varoluşun
gerçeklerine karşı savaştık ve kaybettik.”
Jules ve Jim
“Savaşla ilgili isyan ettirici şey, insanı
bireysel savaşımından yoksun bırakmasıdır…”
Jules
Herkes ‘düzen’ kurbanıdır. Film sonunda,
Catherine, Jim'den, arabasına binmesini ister. Jules'a da, kendisini takip
etmesini söyler. Arabayı, hasarlı bir köprüden nehre atarak kendini ve Jim'i
öldürür. Ama ölünce, bedeninin yakılarak, küllerinin bir tepe üzerinden rüzgârla
savrulması vasiyeti, reddedilir…
Birinci Dünya Savaşı zamanları, savaştan dönen
uzuvlarını yitirmiş gaziler, savaşın yıkıcılığının, toplum bilinçaltında açtığı
yaralar, korkunç bir umutsuzluk ortamında, Fransız Bohemyalı Jim(Henri
Serre), Avusturyalı, çekingen
dostu Jules(Oskar Werner) ve
Jules'un kız arkadaşı, sonra da karısı olacak olan sevgili Catherine(Jeanne
Moreau) arasında, insanlığın
kötücül yasalarına direnen alttan aşk üçgeni tesirinde bir ilk gençlik
başkaldırısı, Jules et Jim. Fransız romancı, Henri-Pierre Roché'nin, bizzat bir
dostunun karısı ile yaşadığı yasak ilişki dolayısıyla üçlü arasında gelişen
‘aşk üçgeni’ni anlatan, özyaşamöyküsel romanından uyarlanan film, Truffaut’nun,
belgeci anlayışı, büsbütün gerçekçilik yerine daha kurgusal bir görsel akışa
geçişi açısından sinema biçiminde dönüm noktasıdır…
Henüz kadınları keşfetme aşamasında ikili, birkaç
kadınla karşılaştıktan sonra, hür kişilikli, dolayısıyla âsi Catherine(Jeanne
Moreau) ile karşılaşır. Hayran
kaldıkları heykelin dingin gülümsemesine sahip kız, sanki onun ikizi gibidir.
Onlar gibi özgürlüğüne düşkün Catherine, dengi bu genç adamla takılmaya başlar.
Bizim, deyimi yerinde akılları bir karış havada kafadarlarımız, kızın, hayata
ve insanlara dair düşüncelerinden, onun son derce şen ruh hâlinden epey
etkilenirler. İki adam da, aynı kadına âşık olur…
Her ikisi de, Dünya Savaşı’nda karşıt
taraflarda görev alırlar. İkisi de, savaş boyunca, birbirleriyle yüzleşmekten
ve doğal olarak birbirlerini öldürmek zorunda kalmak olasılığından korkarlar…
Akımın ve filmin müşterek doğası üzere devamlılık arz etmeyen anlatı, bundan
sonrasında, üçlü aşka evrilir…
Truffaut, Henri-Pierre Roché'nin kitabına,
ellili yıllar ortalarında Paris'te, ikinci el kitaplara bakınırken rastlamış.
Romandan çok etkilendiği için sonradan Roché ile tanışmış ve dost olmuşlar.
Zaten Truffaut, Henri Serre’yi, Henri-Pierre Roché'ye fiziksel benzerliği
nedeniyle rol vermiş. Antoine Doinel hususunda Jean-Pierre Léaud seçimi, az
kendini andırır simasıyla da, çok yerinde idi… Roché'nin romanında ki, Catherine,
film gösterildiğinde henüz yaşıyordu; üstelik filmin ön gösterimine gizli
katıldığı söylenmekte. Roché, Truffaut'un, romanını nasıl filme aldığını
göremeden ölmüş. Truffaut, henüz yaşarken, bunu sezmiş misali senaryosunu yazarken,
Roché'nin altmış yıl boyunca tuttuğu güncelerden de yararlanarak, onun
kişiliğini, filmine sindirmiş…