NEREDEN, NEREYE, NERELERE…
Türk Sineması külli tarihinde, kabaca dört döneme ayrılır diyebiliriz: Gelişme Dönemi, Yükseliş Dönemi, Siyasi Dönem ve aslında Yılmaz Güney gibi sinemacılar ile başlayan ‘yönetmen sineması’ geleneğini, yirmi birinci yüzyılda kanımca layığınca sürdüren Biçemsel Dönem. İlk dönem, Uzkınay ve Arakon gibi ilk yerli sinemacıların, teknik bilgiye, başarıyla işlerlik kazandırdıkları dönemdir, denilebilir… Yükseliş Dönemi ise, ilk konulu filmlerden, cinsellik unsurunun yaygınlık kazanmağa başladığı zamana değin sürer. O radde itibariyle Türk Sineması, artık birbiri eşi ana akım filmlerle varlığını sürdüremez hâle gelmiştir; büsbütün başkalaşmağa gereksinir. Bunun için gerekli tüm koşullar hazırdır. Siyasî açıdan değişimler geçiren Türkiye, düşünce yoksunu, Amerikanvari Türk Sineması’na, kökten gereksindiği ivmeyi doğrudan sunar. Kırdan, kente göçün çoğaldığı dönemin, günümüzden farksız iktisadî düzeyi ve hat safhada kültürel kirliliği, yeni Türk Sineması’nın bakış açısı olur. Ta ki, doksanlar ilk yarısında Zeki Demirkubuz’un, Ağustos 1994’te gösterime giren, hikâyesiz fakat ruhsal yönü yüksek filmi C Blok’a değin. Türk Sineması, gelişimi açısından tüm ananesel ve düşünsel-siyasi süreçleri tamamlamıştır artık. Yeni bir biçime toplu gereksinmeden ziyade, bireyselliğin öne çıktığı yeni biçem arayışlarına yönelim artar. Sinema’nın, tartışmalı hususu, sanatsal nitelikleri daha ağır basar. Demirkubuz ile yeni döneme taşınan yönelim, çağdaşları ile günümüze değin gelişimini sürdürür. Bugün ise, şahsi çıkarları uğruna ‘deneysel’ gözükme çabasında, orada burada siyasi ödüllere değer görülen üçüncü sınıf taklitçilerle, ilk zamanlar ki, o saf değerini yitirmiştir. Ama hâlâ bu arı estetiği sürdürebilen birkaç kişi vardır. Doksanlar itibariyle ilk uzun metraj filmini çekmeğe başlamış, yeni biçim arayışı öncülleridir onlar. O topluluk arasında, 2001 yılında gösterime giren ilk uzun filmi, Herkes Kendi Evinde, yurt içi ve yurt dışında uluslararası festivallere katılarak, birçok ödül kazanan Semih Kaplanoğlu bulunur. Yusuf Üçlemesi ve 2017 yapımı Buğday - Grain ile Türk Sineması’nı, deyimi yerinde doruklandıran, kanımca kendisinin en iyi işi-yapıntısı olan Türk Sineması’nda, alışılmış ötesi yenilikçi ve yürekli fakat ana tasarım malzemesi açısından bilim kurgu denemesi, özünde, kişiyi tabiatına, tinselliğine çağıran 2017 yapımı Buğday – Grain filmini değerlendireceğim…
VARLIĞIN NÜVESİ
En doğrudan şöyle ifade edilebilir ki, bir Kaplanoğlu
sineması ürünü olan Buğday, yitirilen özün, tine yolculuğun serüvenidir.
Kişinin, varlığını yoğaltan nevi kötücül-insanî unsurlarla, kişiyi özünden
ıraklaştıran, benliği ile arasına, türlü oyalamacadan, asılsızlıktan çok kalın
bir set duvar ören ve bunu ‘faydacı’ bir değere indirgeyen anamalcı dizgenin,
büsbütün tükettiği bireyin, benliğinden arınmış derinine doğru onu keşfe
çıktığı yolculuktur…
Belirsiz, olası bir yakın gelecekte, insanlık,
çoğu ırktan toplulukların bir arada ve dağınık yaşadıkları kirli dış dünyadan
korunmak ereğiyle manyetik duvarlar arasında bir uygarlaşma biçimine
hapsolmuştur. Bir tarafta İklim değişimi, nüfus sorunu, öte tarafta bilinmeyen
sebeple bölgenin bütün ekin alanlarında görülen kalıtsal bir hastalıktan ötürü
ürün yetişmez olmuştur. Yoğun incelikle yürütülen yapay tohum uygulamaları ise,
açıklanamayan sebepten yarım kalmakta, kalıcı bir yapay tohum
üretilememektedir. Bir yanda, böyle
köktenci kararlar alan devletin uygulamalarında başarısızlığı, istihdamın,
yaşamsal olanakların yetersizliği genel bir iç kargaşaya neden olarak, halkın
belirli kesimi ile kolluk güçleri arasında kalıcı çatışma ortamı yaratmışken,
diğer yanda kalıtım kargaşası(genetik kaos) üzerine tetkikler ile tatbikler yürüten kalıt ilimci(genetik
bilimci) Profesör Erol Erin, çalışmakta
olduğu Novus Vita adlı kurumun genel merkezinde bir oturuma katılır. Burada,
genetiği değiştirilmiş tohumlar üzerinde etkili olan bir çıkmaz hususunda tez
yazan eski bir genetikçi Cemil Akman’ı işitir. Onun, konu üzerine kökten
tespiti ilgisini çeker. Erol, onu bulmak için eskiden çalıştığı kuruma gider.
Hakkında bazı şeyler işitir. Adresini öğrenir ve evine gider. Orada, Cemil’in kızı
Tara ile karşılaşır. Ama Cemil’i bulamadığı gibi kız da, kendisiyle ilgilenmez.
Erol, onu bulmak için bir yolculuk tasarlamağa başlar. Ama bu gidiş, kendini
güvende sezdiği içten-uygarlıktan yani aslında dışlam olandan, içe-öze
olacaktır…
YARATIM
Türkiye, Almanya, Fransa, İsveç müşterek yapımı
olan filmin ana yapımcısı, Kaplanoğlu'nun şirketi, Kaplan Film. ABD’de,
Detroit, Michigan; Almanya’da, Köln, Wuppertal, Bonn, Düsseldorf, Essen ve
Dortmund; Türkiye’de ise, sırasıyla en çok Kapadokya, Konya ve Aksaray gibi
oldukça tarihî ve tecimsel nitelikleri yüksek uluslararası değerde kentler,
filmin geniş çekim mekânlarını oluşturuyor. Özgün dili İngilizce olan ve Türkçe
dublaj seçeneğiyle de sunulan Buğday’ın üretim süreci, yaklaşık beş senelik
mühlette gerçekleşmiş. Uzun süren senaryo aşaması boyunca beraber çalışan
Kaplanoğlu ve eşi Leyla İpekçi, eş zamanda çekim mekânları içinde, ayrıntılı
tetkike girişmişler. İki sene süren mühlette, yukarda değindiğim yerlerde karar
kılmışlar. ZDF/Arte, TRT, Michigan Film Ofisi, Doha Film Enstitüsü ve T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Sinema Genel Müdürlüğü tarafından desteklenen
filme, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, bir milyon, yedi yüz elli bin Türk
lirası malî destek sunarak, Buğday’ı, 2014 yılında Türkiye'de en yüksek film desteği verilen film yapmıştır. Filmin görüntü yönetmenliğini
İngiliz Giles Nuttgens, sanat yönetmenliğini Naz Erayda yürütmüşler. Filmin
doğasına tam uymuş, tinimizi okşayan müziklerini, 18. Adana Altın Koza Film
Festivali'nde, ‘En İyi Müzik’ ve 29. İstanbul Film Festivali'nde, ‘En İyi
Müzik’ ödüllerini kazanmış, Vova müzik grubun üyesi olarak, yazarı
belirsiz(anonim) ezgilerden oluşan ve hemşince söylenmiş ilk müzik albümü,
hemşin ezgileri(hamşetsu ğhağ) düzenlemelerini ve müzik yönetmenliğini yapan
Mustafa Biber yaratmış. Günümüzün olası ati tahayyülü olan siyah-beyaz filmin
izdemi, kuraklık, açlık, mülteciler ve kalıtsal-genetik değişiklikler
oluştururken, başrollerini, yarı Fransız ve Amerikalı, Almanya doğumlu
Jean-Marc Barr, Ermin Bravo, 2012 yılında, Tepelerin Ardında(După dealuri) filminde oyunculuğu ile Cannes Film Festivali'nde ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü kazanmış güzel Rumen oyuncu Cristina Flutur ve Grigoriy
Dobrygin paylaşmaktalar. Tamamı yabancı oyunculardan seçilen ana ıralardan
Prof. Erol Erin'i canlandıran Jean-Marc Barr hususunda Semih Kaplanoğlu,
tasarım aşamasından itibaren Jean-Marc Barr'ı bu rol için düşündüğünü
belirtmiş. Diğer karakter, Cemil Akman için, Türkiye'den, Orta Doğu'ya üstelik
Filistin'e değin uzun ayrıntılı arayış gerçekleştirilmiş. Nihayet Kaplanoğlu,
bir Bosna filminde gördüğü Ermin Bravo'da karar kılmış… İlk ön gösterim, 12
Ağustos 2017’de, 23. Saraybosna Film Festivali'nde gerçekleştirilirken,
Türkiye’de, 29 Eylül 2017’de 24. Uluslararası Adana Film Festivali, ‘Ulusal
Uzun Metraj’ bölümünde gösterildi. Ayrıca, Tommy Lee Jones’un, uluslararası
jüri başkanı olduğu 30. Tokyo Uluslararası Film Festivali kapanış töreninde, on
beş film arasından seçilerek, ‘En İyi Film’ ödülüne değer görüldü…
SEMİH KAPLANOĞLU
4 Nisan 1963, İzmir doğumlu Semih Kaplanoğlu, 1984
yılında Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema ve Televizyon
Bölümü'nden mezun olarak, kariyerine reklam yazarlığı yaparak başlar. Türk belgesel
sinemacılığının büyük ustası Süha Arın’ın yönettiği ödüllü "Eski Evler -
Eski Ustalar" ve Mimar Sinan belgesellerinde kamera asistanı olarak çalışır.
Ölümüne değin değerli tiyatro oyuncusu ve seslendirme sanatçısı Alev Sezer’in,
ardından Erdal Özyağcılar’ın, Perran Kutman ile başrollerini paylaştıkları bir
zamanların meşhur televizyon dizisi, Şehnaz Tango’nun, elli iki bölümü
senaryosunu yazar ve yönetir. Yine kendisinin yazıp, yönettiği, Tolga Çevik, Erol Keskin, Anna Bielska’nın
başrollerini paylaştıkları 2001 yapımı Herkes Kendi Evinde, Kaplanoğlu’nun ilk
uzun metraj icraatıdır; ulusal ve uluslararası alanlarda ödüllere değer
görülmüştür. Film, Kaplanoğlu’nun, sinemasal biçemini ortaya koymağa başladığı,
başka ifade ile Kaplanoğlu sinemasında uzun zamanlı-günümüze değin bir öze
dönüş yolculuğunun başlangıcıdır… Dört yıl aranın ardından, içe kapanık bir
genç kadını anlatan 2005 yapımı Meleğin Düşüşü, gelir. İki sene sonra, Kasım
2007’de, Kaplanoğlu’nun kanımca en iyi üçlemesi, Yusuf Üçlemesi ilk filmi
Yumurta, gösterime girer. Öze yolculuğun simgesel yansıması olan ilk film,
Yusuf rolünde Nejat İşler, Saadet Işıl Aksoy, Ufuk Bayraktar, Gülçin
Santırcıoğlu’nun başrollerini paylaştıkları, Yusuf’un öyküsünü anlatan yeni bir
üçlemenin ilk halkası olarak hikâyeye, sondan başlar. Nejat İşler’in
canlandırdığı olgun Yusuf, çok gerçekçi bir içe kapanık duruş sergiler… 2008
yapımı, Ocak 2009’da gösterime giren üçlemenin ortası, anlatı başlangıcını ele
alan Süt, suskun-yaralı Yusuf’un ilk gençlik günlerine döner… Son film, Bal,
Mart 2010’da gösterime girer. Yusuf’un, benliği derinlerine yolculuğun nihâyeti
olan görsel anlatıda, Yumurta’da, özü ile yüzleşerek, yeniden doğan Yusuf’u,
gölgesi esiri yapan sebepleri öğrenmeği sürdürürüz… Erdal Beşikçioğlu(Yakup), Tülin Özen(Zehra-Yusuf’un
annesi), Bora Altaş(Yusuf) başrollerini paylaştıkları son film,
Yusuf’un, ana-babası ve arkadaş çevresi ile olan ilişkisine odaklanır.
Babasının, bal almak üzere çıktığı ağacın dalının kırılmağa başlamasıyla orada
mahsur kalışı ve ânbean ölüme gidişini, Yusuf’un yaşamı ile paralel
görselleştirir… Aslında, iki yıl olan, toplamda yedi yıl ara ardından, beş
yıllık yaratım ürünü Buğday, ilk gösterimini Ağustos 2017’de, Saraybosna Film
Festivali’nde yapar… Eylül 2019’da, yeni üçlemenin ilk icraatı, Bağlılık Aslı,
gösterime girer. Kadının tabiatına, ruhsallığına odaklanan film, yeni anne olan
Aslı’nın, kendisi de yeni anne olmuş bir bebek bakıcısı tutması ve Yusuf misali
derinlerine doğru ruhsal yolculuğuna odaklanır. Başarılı film, 92. Akademi
Ödülleri'nde, Türkiye'nin aday adayı olarak gösterilir… İki yıl ardından, yeni
üçlemenin ortancası, Bağlılık Hasan gelir… Henüz iki filme iye üçleme, Yusuf
Üçlemesi misali insanı oluşturan unutulmuş-mekanikleştirilmiş tabiî değerlere
doğru, özü keşiftir… Semih Kaplanoğlu sineması, insanın yabancılaştırıldığı
bireysel ve toplumsal benliği izlerini sürer. İki ayrı koldan eş zamanlı
arayıştır bu. Naif keşfetme arzusu, kendine yabancılaşmış kişiyi, kendi ile
yüzleştikçe şaşalatır. Nihâyetinde, ne denli büyük bir gerçeği unutmuş olduğunu
anlayarak, onun hakikati ile tutuşarak, küllerinden yeniden doğar…
BAŞKALAŞIM
Kaplanoğlu sinemasında, ‘varoluşçu’ kaygı tipik
olağan bir unsur olarak, özünü arayan, yoğaltılmış bireyin hem içine düştüğü
durum hem de, benliğini yeniden keşfetme itkisi biçiminde belirir. Erol Erin,
böyle bir bireydir. Sebebini bilmediği bir eksiklik içinde, bunun daha çok
yüzeysel ereğine ilişkin belirgin bir gereklilik olduğunu düşünürken,
kendiliğinden içine çekildiği benlik arayışına başkalaşır. Çalıştığı şirketin
eski genetik bilimcisi Cemil Akman’ın, yaşadıkları uzun zamanlı sorun olan
yapay tohum sıkıntısı üzerine tezinin, doğa ötesi-‘metafizik’ düşünce
bağlamında açıklama sunmasından etkilenir. İlkin ilimsel bir erek olan arayışı,
ağırdan evrensel eksikliğin keşfine dönüşmeğe başlar. Yitirdiği doğal
gerekliliğin soyut izlerini sürerek, derinlerine doğru yolculuğa çıkar.
Türünün, uygarlaşma kılıfı ile özüne yabancılaştırdığı Erol, içi tasviri,
bomboş ve çorak dünyada, benliğini-Cemil Akman’ı ararken, özüne en somut
biçimde yaklaştığı ân kendini, yeni doğmuş, suda bulunan bir bebek olarak
ellerine alır. Dünya’da, canlılığın evrimsel tarihine dokunan bu sahne, sudan,
karaya çıkan bebeği tutan Erol’dan alan benliği Cemil, korumasız çocuğun(henüz
bedensiz ruhun) soğukta hasta
olmaması için sıcak bir yere doğru koşmağa başlar. Yeniden doğum gerçekleşmiş,
beriye variyet ile tinin ‘yeniden’ birleşmeleri kalmıştır. Dağların sırtları
boyunca peşi sıra koştururlar. Çağları aşarca birbiri ardı koşuşturan iki ayrı
varlık, benlik ve beden, Erol’un, benliği gerisinde kalması, Cemil’i bir oyuk
ağzında yitirmesi ile noktalanır. Onun izinden, derin bir mağaraya(Arapça,
kehf) girer. İnsanlığın eski
yetilerine ilişkin, sıcak emareler: suyu, toprağı, tohumu, ateşi paylaşan
insanlar ile yüzleşen Erol, karanlığında derin uykuya dalar. Cisim olarak
büsbütün teslim olduğu, ana rahmine dönmüşçe, saf başkalaşım sürecindedir
artık. Erol, karanlığın yüreğinde bir düş görür. Yanmakta olan yeryüzünde
kalmış son ağaç, ana-babası, karısı ile hiç doğmamış çocuklarını içeren
rüyasında, ateşin sardığı ve tükettiği ağaca öyle bakakalır. Bu sahne, insanın,
kökenlerini yok eden coşkunun kaynağı benliğin alevleri, ilkel yargılarına
tutularak, son tohuma değin her şeyi bitirişinin temsilidir… Uyandığında,
yanında Cemil’i bulur. Ona, yolculuğu sürdürmeği arzuladığını söyler. Cemil,
bundan sonrasına dayanmanın çok güç olduğu hususunda uyarsa da Erol, kararlılığında
diretir ve yeniden yola koyulurlar…
HİÇBİR ŞEYDE, TEK ŞEY: BUĞDAY
“Yeryüzünde hiçbir şey kalmasa, insanı yaşatacak
olan nüve nedir?”
-CEMİL
“Buğday.”
-EROL
Görünüşte, evreni, ebedî tümel varoluşu, buğday
tanesine benzetip, sığdıran, temeli İslâm evveli şaman Türk Kültürü’ne dayanan
Tasavvufun, kabalacı öğretilerle harmanlı günümüz yaklaşımını karşılayan kimi
unsurlardan ibaret duran Buğday, yukarda değindiğim durumlar eşiğinde durarak,
onu aşmak kaygısını, hiçbir zaman gerçekçi olmamış geriye dönük kültürel
imgeler ile görselleştiren bir yapım… Canlılığı sürdürecek temel besin öğesi
olarak buğdayın, toprağa, toprağın, suya gereksinimi vardır. Dünya, ilk oluşum
zamanlarında bulutsu iken, güneşin öz kütle çekim gücü tesiriyle yok olup
gitmekten kurtulmuş, bağlamına çekilen özdeklerle tepkimeye girerek sürtünme
tesiriyle ısınıp, kabaca kütleleşerek, lav topu hâline gelmiştir. O zamanlar,
yeterince öz kütle çekim gücü olmadığından, havayuvarı-atmosfer oluşamamıştır.
Zira çekimsizlik, hafif gazların, uzaya kaçmalarına neden oluyordu. Ağır
olanların tepkileşmeleri, yerküreyi yaratmıştır. Bu sebeple Dünya dıştan, içe
giderek ağırlaşan özdeklerden oluşur. Hemen hemen tüm gezegenlerde bu mantık
söz konusudur. Derinliklerinde gizlenen su buharı, muazzam lavların yarattığı
yarıklardan yükselerek, içteki gazlar, havayuvarına harmanlandı. Böylelikle
bulutlar oluşmağa ve olağan olarak yağmurlar yağmağa başladı. Yağmurlarla, soğumağa
başlayan yeryüzünde, canlılığın uygun koşullar altında, hayatta kalmağı başaran
ve sonunda kendisini yiyen başka hücre ile tepkimeye girmesi neticesinde,
karalar yeniden ısınmağa başlayınca, sudan, o zamanlar kayalık olan yüzeye
çıkan canlılığın nevileşerek, bitkiselliği ve hayvansallığı yarattığı o günler,
buğday yoktu…