KARANLIK ÜZERİNE ÖYKÜLER

KARANLIKTA SESLER

Türk Sineması’nın, 90’lar ilk yarısında biçimsel bir yenilenme geçirmeğe başladığı günler, hiççilik’in(nihilizm)” doruğu, yirmi birinci yüzyıla tam hız ilerleyen dünya toplumlarının, siyasî ve doğal olarak toplum kültürel yapısı da, değişiyordu. Dünya genelinde halkları artık düşünsel kutuplaşma da değil, koyu sermayeciliğin gerektirdiği çıkar siyasetinde birleşiyorlardı. Türkiye’de, siyasî, iktisadî ve kültürel açılardan payına düşeni yaşayacaktı… Çok çetin siyasî güçlükler geçirmiş Türk Sineması, Millî Mücadele’den çıkmış Türk milleti misali yorgun ve değişime açtı. Siyasî baskılar doğrultusunda sansürler, hiçbir gerçeklik yansıtmayan, ‘Sanayi Sineması’ pastişi birbiri aynı konulu filmler ve toplumun algısını ilkel noktalara yönlendirerek, düşünmekten alıkoyacak çıplaklık dalgası gibi abuk tesirlere maruz kalan sinemamız, alttan gereksinilen fakat beklenmedik zamanda yepyeni bir görsel biçemle tanıştı. Bu yönelimin ilk dalgasına dâhil birkaç yönetmenden biri olan Zeki Demirkubuz’un, ilk uzun metraj filmi, 1994 yapımı C Blok, alışılmış görsel anlatı kalıplarını yıkarak, o dönem çok yakın olan yeniçağın asıl çehresini gösteren karşıtlık dokusu altında, hastalıklı bir toplumun nasıl türediğini ve koyu anamalcı iktisadî düzenin yönettiği bir toplumun üyelerinin, birbirlerinden nasıl kopuk yaşadıklarını, olağan biçimde birbirlerine ne derece önyargıyla baktıklarını, yalın biçemde ortaya koydu… Onun yedi yıl ardından, böyle bireylerden oluşan yirmi birinci yüzyılı en tabiî biçimde görselleştiren, bir üçleme doğdu; 2001 yapımı Yazgı, Karanlık Üzerine Öyküler üçlemesinin ilk halkasıydı. Temel olarak ise, kendi zamanlarında eş toplumsal durumlara karşılık olarak yazılmış kökleşmiş yapıtlar, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin, Yeraltından Notlar, Suç ve Ceza; Albert Camus’nun, bu iki yapıttan odakla yapıtı Yabancı romanlarını kaynak aldı.

Yazınsalda, ‘Absürdizm’ akımı öncülerinden Albert Camus, kendini, hiçbir düşüncenin savunucusu, devamlılıkçısı olarak görmemiştir. Varoluşçu değerde metinler yaratmış Cezayir asıllı Fransız yazar, iyilik ve kötülük, ongunluk ve keder, başarı ve başarısızlık gibi akla gelebilecek nevi durumun her iki koşulda da, bir şeyi fark ettirmediğini savunan ikicilik(düalizm) üzerinden, kişiyi ölümlü olduğu gerçeği ile yüzleştirir. Hayatta genelde hiçbir şey, çok zengin, çok yakışıklı ya da bilgisayar dâhisi olmaktan daha önemli değil gibidir. En nihâyetinde ebedîyen yok olacağımızı bildiğimiz hâlde yaşamlarımıza sürekli bir değer, mânâ katmağa uğraşırız. İçten içe bildiğimiz gerçek şudur ki, çevrelendiğimiz sonsuz evrende bir yaratıcı yoktur. Hepimiz, tıpkı evrende ki her şey gibi tesadüf eseri gerçekleşen karşıtlıklar ürünüyüzdür. Öldükten sonra, yeniden var olmayacağımızı bildiğimiz hâlde kendimizi aksine inandırmağa uğraşarak, döngüsel çelişkiler içinde varoluş süreriz. Bunun bilincinde olan, ihtiyar annesi ile yaşayan ve tek çocuk olan gümrük memuru Musa, kendini bu basit gerçeğe alıştırmıştır. Onun için hayatta hiçbir sonuç fark etmez. Olağan görünen biri aksine iradesini sebepsizce yadsıdığından, yüzleştiği her şeye, Benim için fak etmez düşüncesi ile yaklaşır. Anlam arayışımıza ilişkin koşullandığımız bütün basmakalıp değerleri silen Musa, sinemada ve edebiyatta alışageldiğimiz ülkü bireyin karşıt sunumu misalidir. Camus’nun, kısa roman denemesinde Meursault’un olduğu üzere her şeye ve herkese yabancıdır…

BİR GARİP MUSA

Karanlık Üzerine Öyküler üçlemesi ilk filmi Yazgı, başkişisinin, içinde görünmezleştiği bir dünyayı anlatır. Onun çevresinde, varoluşuna bir değer katmağa kaygılı herkes, birer birer içinden çıkamayacakları durumlar içine düşerler. Böyle olunca da, yanı başlarında sessiz, sakin Musa’yı hedef seçerler. Musa(Serdar Orçin), onların en derin korkuları belirsizliğin varlıklaşmış hâlidir. Önünde sonunda öleceğini bildiğinden, hiçbir şeyi önemsemez. Ona göre, olgular birbiri aynıdırlar. Herkes için korkunç, düşünülecek en son şey, Musa için onun karşıtı gibi sıradan durumdur. Aynı yazıhanede çalışan Sinem(Zeynep Tokuş) ile yakınlaştıkları gece, Musa çok hızlı sevişince, Sinem’in canı yanar ve ona durmasını söyler. Musa, nefes nefese karanlık tavanı izler. Böyle ivedi olmağa uğraşması, cinselliği, yemek, uyku vb. olağan gereksinimler gibi anlam yüklenmeksizin basit biçimde olması gereken sıradan bir etkinlik olarak görmesinden ötürüdür. Oysa Sinem, onu, bir süredir evli patronu Naim ile yakınlaşmasından ötürü yaptığı bu hatanın telâfisi, tek kurtuluşu olarak görür. Ancak hiçbir şey hissetmeyen Musa, annesi ölümüne de üzülmediğinden, sinemada kızın bacaklarını ellerken, doğrudan sonuca odaklı bir duyarsızlıktadır. Böyle durumlara alışkın Sinem, ona direnmez. Eve gelirler ve doğrudan yatak odasına geçip, sevişirler… Musa’nın kapı komşusu Necati(Engin Günaydın), metresi ile yaşamaktadır. Onu döver, evden atar, soluğu Musa’nın yanında alır. Sözde barışmak için ikna etmek adına kadına aşk mektubu yazmağa karar verir. Fakat bunu beceremez; Musa yazar. Kadını feci biçimde döver. O da, polise gidip, şikâyetçi olur; bu kez kadının kardeşleri devreye girerler. Necati’yi takip ederler. Necati, silâhını Musa’ya verir ve yapmağa korktuğu şeyi ondan yapmasını isteyerek, adamları korkutmasını ister. Musa belinden çıkardığı silâhı düşünmeksizin doğrudan adamlara ateşler… Patronu Naim(Demir Karahan), Musa’dan, kendi evine gitmesini ve oğluna aldığı masaüstü bilgisayarı kurmasını ister… Herkes, en ufak meselesinde bile ona koşar. Musa ise, annesini kaybetmiştir. Ve hâlâ onun ardından hiçbir üzüntü duymamakta aksine içten sevinmektedir. Ama bu sevinç sebebi, annesinin, tanrıya inanmağa uğraşmakla harcadığı ömründe sürekli bir anlama tutunma çabasının her seferinde boş çıkmış olması ve en nihâyetinde ölerek, bu ıstıraptan kurtulmuş olmasıdır…

NİHİLİST’İN HAKKI MÜMİN’E

İşleri düşünce, Musa’dan iyisi olmayan, gerçekle yüzleştiklerinde, tıpkı hapse girmeden önce ve çıkacağı zaman, savcının yaptığı gibi kendilerine hiçbir zararı dokunmamış birini, sırf annesi ölümüne açıkça üzülmediği, tanrıya inanmadığı için yargılayan kişilerin, renkleri soluklaşmış dünyalarında acınası değer görme çabaları uğruna, tek seferlik yaşama haklarını ne denli kolayca hiçe saydıklarını görüyoruz. Özellikle, hapse girmeden önce savcı ile karşılıklı sohbetlerinde doğrudan net cevapları ve hapisten çıkmadan hemen evvel öncekinden ayrımsız hâli ile başka bir savcının karşısına çıkması esnasında sürekli aralanan odanın kapısı ve onarmaya gelen tamircinin, dil yatağının yalama olduğunu söylemesi, kameranın ağırdan sola, masasında oturmuş Musa’nın haksız yere suçlanarak, dört yıl sebepsiz yere mahkûm oluşuna ilişkin gazete haberini okumakta olan savcıya doğru çevrinirken(pan), sırasıyla, resmî dosyaların, hukuk kitaplarının bulunduğu kitaplığı ve çalışma masası ardında duvarda ATATÜRK resmini görerek, masasında oturan savcıya alçalmağa başlar. Savcının, Musa’ya sorgular edâ ile doğrudan birtakım sorular sorduğu sahnede Musa, …boynunu koparacağınız insana, borcunu ödeyeceksin demek, işinize geliyor. Bana da, yaptığınız gibi… Üç insanı öldürmekle suçladınız ama annemin ölümüne üzülmediğim ve karımın aldatmasına kayıtsız kaldığım için cezalandırdınız. Bu da, yetmezmiş gibi şimdi de, tanrının mahkemesine havale etmeye çalışıyorsunuz… …insan olmanın bedelini, benim gibilerin omzuna yıkıp, kaçıyorsunuz… diye karşılık verir. Musa’nın durumunu, tüm filmin düşüncesini doğrudan açıklayan bu sahne sonrasında anlatı, bir sonucun olmadığı döngüye erer. Musa ile Sinem, anlamın olmadığı gerçek dünyada alışkanlıklarına sığınarak, varoluşa cevap aranan değerler sahnesinde yan yana otururlar. Sinem’in uzun eteği, sağ bacağı dizi üzerine değin açık oturarak, hem evinin kadını hem de, kaçamaklarını sürdüren kızı resmeder. Musa ise, film başlarında, annesinin öldüğü gece olduğu gibi sütlü kahve içmektedir; tek farkla bunu, ona artık Sinem getirmektedir. Tüm değerlerin sahteliğinin anlaşıldığı dünyada, hiçleşen bireylerin erdikleri bitimsiz döngüdür bu…

DEĞERLER BAĞIMLISI

Üçleme ortancası olan yine 2001 yapımı İtiraf’ta, Demirkubuz bu kez her şeyin olması gerektiği gibi maddî koşullarda gözüktüğü bir ilişkiye yönlendirir ilgimizi. Hâli vakti yerinde, başarılı bir mühendis olan Harun’un(Taner Birsel), eşi Nilgün(Başak Köklükaya) ile görünüşte her şeyin yolunda yürüdüğü mutlu bir evliliği var gibidir. Ancak bir gün, karısının, kendisini aldattığını öğrenir. Bundan çok etkilenir. Yine de, onunla bir türlü yüzleşecek yürekliliği gösteremez. Bunun için uygun bir zamanı bekler. Bir gece, her şeyi ona itiraf ettirmeğe karar verdiğinde, kendisinin de, göründüğü gibi olmadığı-karşı tarafın da, eş durumda olduğu anlaşılmaya başlar. Olağan kişilerin, kendilerinden beklenmeyecek olağan ötesi şeyler yaptığı, iki tarafın, birbirinin ne olduğunu anlayamadığı hastalıklı bir durum içine düşerler… Burada da görüldüğü gibi daima nedenini bilmedikleri gerçek dışı bir arayışın peşinde olan kendine yabancılaşmış kişiler ile karşı karşıyayızdır. Musa’nın, Sinem’in kendisini aldattığına gözleriyle tanık olduğu hâlde bir bardak su içmekle yetinerek, yaşamsal gereksinimini, gururundan önde tutması, Harun’un kolayca yönelebileceği seçenek değildir. Tıpkı genele benzeyen karısı denli kendisi de, gereksiz bir anlam kargaşası içindedir. Aynı durum da Nilgün gibi Harun’un, olağan biri olarak yaptığı her kötülük, bu gerilimin hiddeti ile sürüklendiği çıkmazdır. Patlama noktasında, ölümcül şiddete vararak, gayet aklı başında kişilere, tuhaf kötülükler yaptırır. Ama Musa’da olduğu üzere değerler bunalımı içinde olmayan, bunlar olsun ya da olmasın bir şeyin fark etmeyip, kişinin önünde sonunda öleceğini doğrudan kabûllenerek, her canlı varlık için evrensel varoluşun bir neden-mânâ barındırmadığında, bilinçlenmiş olan Ahmet(Zeki Demirkubuz), Dostoyevski’nin, Suç ve Ceza romanından uyarlayacağı filminin ön yapım hazırlıklarını tamamlamak üzeredir. Oyuncu seçmelerini de gerçekleştirerek, evine giren hırsızı(Ufuk Bayraktar), öykünün ana ırası Rodion Romanoviç Raskolnikov olarak düşünür, ancak bir türlü çekimlere başlayamaz. Tuhaf bir isteksizlik, Musa, Harun gibi nedenini bilmediği bir suçluluk duyuyordur. Sevgilisinden ayrılır. Genç yardımcısı Elif(Nurhayat Kavrak) ile yakınlaşır. Kızın erkek arkadaşı Kerem(Serdar Orçin) tarafından imrenilen, kız dâhil çoğu kişi için erişilemeyecek değer olarak görülen Ahmet, şimdiye değin anlamlara sığınarak tükettiği yaşamının, bir anlamı olmadığı ayrımına varmıştır…

Farklı gözüken üç öykü boyunca, üç ırada baş gösteren suçluluk duygusu, birbirinden hiçbir ayrımı olmayan birbiri aynı kişilerin, hep eş kaygılar içinde debelenip duran yığının, değerler dünyasından sıkılmalarından kaynaklıdır. Kendilerine somut bir şey sunmayan, doğal olarak fark eden bir şeyin olmadığı, hep yeni bir anlam arayışının başat olduğu sonsuz döngüde olduklarını alttan sezmeye ve kısa sürede, çevrelendikleri her şeyin hep sanıldığı aksine hiçbir öneminin olmadığını anlamağa başlarlar. Mânâsız(absürt) bir ‘uyumsuzluk’ içindedirler. Ne denli süreçlerden geçilirse geçilsin, yaşamın tek gerçeği ölümdür. Canlı, cansız hiçbir varlık, bunun anlamsız, keskinliğinden kaçamaz. Bu sebeple varoluşa bir neden, anlam aranmak çok saçmadır. Her düşünce, her eylem, bir fayda veya değer doğrultusunda yapılan her şey, anlamsızdır. Gerçekleşsinler yahut gerçekleşmesinler, fark eden şey olmayacaktır. Hayat, anlamsızdır. Anlamı olsa bile, fark eden bir şey olmayacaktır. Bunun ayrımında insanlık yine de, yok edemeyeceği derin belirsizliğe karşı inatla bir mânâ yüklemeğe uğraşır. Bu çelişki, onun varoluşunu sürdürme itkisidir. Aksi takdirde, yaşamaya devam edemez. Bu sebeple, evrende konumunu, varoluş nedenini sorgulamak, kişinin en olağan hakkıdır. Bu bağlamda, hiçbir olgunun, bir diğerini yinelemediği Evrenin Yasaları’nı anlayarak, onlara göre düşünmek ve eyleme geçmek zorundadır. Mağarasına çekilmiş Ahmet, varoluşunu sorgulayarak, şimdiye değin kıvanç duyduğu eylemleri ile neticelerine karşı duyarsızlaşır. Ve film nihâyetinde, yazdığı senaryoyu değiştirerek, oyuncu seçmeleri için deneme çekimine çağırdığı bir genç kadını, hayatına dâhil ederek, kaldığı yerden anlam arayışını sürdürür… Musa ise, bu karmaşanın ölüme değin daimiliğini anlamış biri olarak, fark edenin olmadığı duyarsız varoluşunu sürdürür. O da, zamansız ölümü-intiharı seçmeyerek, kendini, yaşamın beyhudeliğine bırakır. Evrenin doğasına uygun olan budur. Her şey, sonsuz akış içindedir. Bir yere, değerlere sabitlenme uğraşı, en nihâyetinde onun, kaçınılmaz biçimde eskinin, yeniyi doğurduğu sonsuz gelişim hâlinde gerçekleri ile yüzleşmeğe doğru evrilir…

GECENİN SONUNDA

Demirkubuz Sineması’nda, alıcının-kameranın temel işlevi, insan yaşamını oluşturan bu varoluşsal çelişkiyi, Krzysztof Kieślowski Sineması’nda olduğu gibi anlatı kurgusu dışında, olağan düzlemde sunmaktır. Kişiler, gündelik yaşamda sıradan kimselerdir. Bir köşede, sessiz varoluş süren böyle bireylerin, umulmadık incelikte kişilikleri, onları olmadık durumlar içine sokan, yüzleştikleri birbiri ardı tuhaf olgular karşısına yerleştirir. Onların varlığı, insanın, evrenin yasaları ile çelişmesinin vücut bulmuş hâlidir. Bitmeksizin inatla, küçük bencilce dünyasını savunan hastalıklı yaratığın en korktuğu şey, kendisi gibi görünen fakat kendisini reddeden değersiz, farklı kişidir. O kimse, hiçbir şeye bağımlı değildir. Onu sınırlandıran kaideler, gelenekler ve bir din yoktur. Kimsece kabûllenmek gereksinimi gütmez. Doğal olarak korkusuzdur. Ama değer görmek kaygısının, yaşamının her alanına sindiği, dışlanmaktan korkan, her şeye ve herkese ilişkin yargısı bulunan anlam-değer kaygılısı, onu, yüce olduğunu düşündüğü gerekçelerle dışlar. O, uzun zaman evvel çocukluğunda terk ettiği kişi, toplumsallaşmak uğruna ödün verdiği kendidir…