BENLİĞE YOLCULUK
Kişinin, çevrelendiği tüm kültürel ve siyasî
imgeler dünyasınca sindirilmiş özü ile bağlarını kopardığı zamanımızda, tüm
olağan yetilerinin yoğaltıldığı, kendisine değer görüleni bilinçsizce tüketmeğe
koşullandırıldığı ve düşmanlaştırıldığı kendi ile mücadelesine dair Dünya
Sineması’nda pek çok kitap, makale yazılmış, film yapılmıştır. Türk
Sineması’nda ise, kişinin iç serüvenini, tabiatı üzere naif biçimde
görselleştirebilen kanımca Semih Kaplanoğlu olmuştur. 2001 yılında ilk uzun
metraj filmi ile başlayan, insanın derinlerine doğru sinemasal yolculuk,
günümüzde Bağlılık Hasan ile sürmektedir ve ardılı yapımlarla sürecektir… Bu
durumu en iyi örneklendiren icraatı, Yusuf Üçlemesi’dir. Üçleme denilince,
çoğunluğun hatırına ‘sanayi sineması’ filmleri gelebilir. Ancak gerçek bir
üçleme, bir romanın dili, olayları ve kişileri gibi birbirine derinden
unsurlarla bağlı biçemsellikte kendini gösterebilir. Yönetmen Sineması
bağlamında çok örneği olsa da, şahsımca Krzysztof Kieślowski’nin, tarihsel
sırasıyla, 1993 yapımı Üç Renk: Mavi(Trois
couleurs: Bleu/Trzy kolory: Niebieski),
1994 yapımı Üç Renk: Beyaz (Trois
couleurs: Blanc/Trzy kolory: Biały)
ve 1994 yapımı Üç Renk: Kırmızı (Trois
couleurs: Rouge/Trzy kolory: Czerwony)
yani Üç Renk Üçlemesi örnek verilir… Yusuf Üçlemesi, zamanını geriye doğru
aşan, insanın ‘öz’ değerlerine uzanan izdemi doğrultusunda yitik bireyin,
gerçekçi temsiline odaklanır…

Çekimleri, İzmir'in Tire ilçesinde
gerçekleştirilen filmin başrollerini Nejat İşler ve Saadet Işıl Aksoy, yardımcı
rolde ise, henüz kariyeri ilkyazında Uğur Arslanoğlu’nun paylaştıkları
üçlemenin ilk filmi Yumurta, şair Yusuf’un, derin bilinçaltı yaralarla dolu
olgunluk döneminde geçer… Kaplanoğlu’nun, 2001 yapımı ilk uzun konulu filminden
bu yana hemen her filminde görmeğe alıştığımız ana izdem, insanın özü temsili,
gerçeklerin unutuldukları harabe bir ev, Yumurta’da temel mekân olarak yine
karşımıza çıkar. Yusuf’un, berisinde bıraktığı yuvası-ruhu ile yeniden
yüzleşmesi, zihni derinlerinde sıralı bir iç hesaplaşma odağında orası, burası
dökülen evin simgesel karşılıklarıyla somutlaşır. Uzun zaman evvel kendi
gerçeğine ardını dönmüş Yusuf’un, geçmişi ile ‘göstergesel’ bir yüzleşme
yaşadığı ânlar, bilinçle kendine yabancılaşan birey, özü ile çatıştığı
karşıtlık zemininde ağırdan yeniden ona başkalaştığı nihâyete doğru sessizce
ilerler…

Kaplanoğlu sinemasında, özün yuvası bedenin
temsili en az iki somut bağlam bulunur: İlki, alttan arayışı simgesi izbe bir
ortam, çorak dünya ya da içten içe çürüyen bir ev; ikincisi onun karşıtı olarak
ülkü değerde gösterilen son yöntemsel-teknik olanaklarla, uygar yaşama biçimini
yansıtan mekândır. Bu bağlam, anlatılan başkişinin kaybolduğu, yitikleşerek,
kendi gibi yığınlara benzediği ortamdır. Dinamik iç çatışma duygusunu yansıtan
bu iki zıt bağlamın karşıtlığı ortasında yani ikisi arasında hikâyenin
başkişisi bulunur. Son gereksinimlere göre döşenmiş, hiçbir eksiği olmayan ev,
donuk, renksiz, duygusuz varoluşun yansımasıdır. Yöntemsel açıdan her gerece,
doğrudan çözüme iyedir; ancak kendini arayan kişinin kaybolduğu boşluktur
yalnızca. Onu yutup, yoğaltmaktan gayrı işlevselliği olamaz. Kişi, çevreleyen
nesneler veya kişiler, aradığı şeyi, ona veremezler. Zira hepsi, onun dâhil
olduğu yığındır yalnızca. Ruhsuz, duyarsız, gerçek bir varoluş ereği olmayan,
günlük yaşayan ölüler ordusu ile daha da yalnızlaşır. Yusuf’un, koca kentte
kitapçı dükkânında hâli, Aslı’nın, hiçbir şeyin eksik olmadığı, büyük elit
dairesi, onun için yalıtılmışlık işlevi gören şatafatlı bir lahit gibidir.
Duyarsızlığı denli daima soluk tonların egemen olduğu hanede, sebebini bildiği
ama yüzleşemediği gerçeği ile arasına, ‘kozmopolit’ yaşamın nevi yöntemsel
olanakları donatılmışsa da, içsel eksikliğin tesiri ânbean yitik kişi ile
beraberdir. Geçmişi yükü altında Yusuf’un durumu da, Selim(Herkes Kendi Evinde 2001),
Aslı(Bağlılık Aslı 2019), Hasan(Bağlılık Hasan 2021) ve
diğerleri gibidir…

Annesinin ölüm haberi ile doğduğu yere Tire’ye
dönen Yusuf, bakımsızlıktan harabeleşmiş kasabadaki evinde, olağan gözüken ve
hepsinin bir anlamı olan aksaklıklar yaşamağa başlar. Aynı evde beraber kaldığı,
uzak bir akrabası olan ve beş senedir annesine bakan Ayla’nın(Saadet Işıl Aksoy), Yusuf’tan gerçekleştirmesini istediği, Yusuf’un annesinin adağı
olan koç kesme beklentisi, yaşananların kirini temizleyerek, yeniden doğumu
sağlayacak öz su-kan geleneğini Yusuf gerçekleştirmelidir. O esnalar eski
sevgilisinin, eski bir arkadaşıyla evlendiğini, sonra da ayırılıp, Tire’ye
döndüğünü öğrenen Yusuf, onun yanına gider. Genç kadına, geçmişten gelen
nefreti ile tüm kadınlara mesafeli olan Yusuf, annesinin adağını yerine
getirmek üzere, dört saat ıraklıkta bir türbeye doğru yola koyulurlar. Kurban
seçecek bir sürü bulamayışlarından ötürü, geceyi geçirmek üzere bir ‘krater’
gölü kenarında otele gelirler. Burada, bir düğün yapılmaktadır. Bunun tesiri
ile Yusuf ile Ayla, birbirlerine daha farklı düşünce ile bakmağa başlarlar.
Yanardağ eteğinde bu derin çukur, ana rahmi temsilidir. Evvelden öldüğü bedende
yeniden variyet bulmağa başlayan Yusuf’un, Ayla’ya burada farklı gözle bakmağa
başlaması tesadüf değildir. Geçmişin son örenleri üzerine yağan ‘ilk kar’ ,
toprağı döller, üstüne koçun kurban edilişi ile kan pıhtısından, yeniden vücut
buluş gerçekleşir…

Ayla’nın, erkek arkadaşı(Uğur Arslanoğlu) ile
belirsiz ilişkileri, Yusuf’un, eski kız arkadaşı ile olumsuz nihayetlenen ilişkileri
imgesidir. Yusuf, Ayla’yı, yeniden doğduğu ‘krater’ gölü kenarı otelde
gerçekten fark edinceye değin Ayla yalnız Yusuf’un kötü mazisinde derin yarası
yansısı olarak kalır. Konuşabilen, bedene ermemiş bir ruhtur sadece. Türbeye
doğru yolculuğa çıkarlarken, geride kalan Ayla’nın sevgilisi ise, Yusuf’un,
başkalaşmayı seçmeden evvelki hâli, özünü yitirmiş bir beden olarak, derdi
peşinde oradan, oraya dolanır; uzaktan takip ettiği Yusuf’un arabasını, bir
süre sonra gözden kaybeder. Film başlarında süt satan çocuk ise, sonraki film
Süt’e gönderme olarak Yusuf’un karşılığı gibidir. Sütçü çocuğu sadece uzaktan,
genelde görürüz. Çekim yakına kestiğinde bile süt tenceresini tutan Ayla’nın yüzü
görülür…

Yüce ruhtan kopan tüm ruhlar, kendilerine
bahşedilen bu sonsuz ayrıcalığı yitirdiklerinde ki, Kaplanoğlu Sineması’nda,
hemen hemen genele olan budur, yeniden onunla bütünleşmek arzusu duyarlar. Bu
elzem gereklilik, çok keskin biçimde nevi dokunur surette kendini hissettirir.
Kişi, bilerek kaybettiği şeye kavuşmak için bir itki, eylem aranır, durur.
Yeterince kararlı olmayışı, yüreksizliği belki başka deyişle, inançsızlığı
nedeni ile bir yere değin bunu asla gerçekleştiremez. O ân geldiğinde,
sandığından daha çetin hakikat ile yüzleşir. Öze dönüşü sağlayacak koşulları
olağan biçimde gerçekleştirmeğe başlar. Ağırdan bilinçlilikle, aşamalı olarak
ona kavuşan kayıp kişi, benliği ile yeniden bütünleşerek, her şeyden arı bir
görü yetisine erer. Her şeyi, olmasını istediği gibi değil, olduğu gibi
görmektedir artık. Bu başkalaşım, sonsuzluğa açılmadır. Yeni bir kayboluş,
başka ölüm olmayacaktır…

Üçlemenin ortancası, Yusuf’un ilk gençlik
dönemini anlatan, Melih Selçuk(Yusuf), Başak
Köklükaya’nın(Yusuf’un annesi Zehra) başrollerini paylaştıkları 2008
yapımı Süt filminde, üniversiteyi kazanamadığı için süt satarak geçimini
sağlayan Yusuf’un, annesi Zehra’nın, kasabada istasyon şefi ile gizli
ilişkisini keşfetmesi üzerine çıkmaza girmesini konu edinir. İçine kapanık duygusal
bir genç adam olan Yusuf, toplumsallaşmayı sevmediğinden, doğal olarak
arkadaşlarıyla zaman geçirmeyerek, bunun yerine şiirler yazar ve bunları, adı
duyulmamış bazı dergilere gönderir. Askerlik vakti geldiğinden, muayeneye
gidince, askere çağrıldığını öğrenir. Annesi Zehra’nın gizli ilişkisi üzerine
bu durum eklenince, Yusuf giderek herkesten ve her şeyden ıraklaşarak, kasabadan
nefret etmeğe başlar. Üstelik yegâne yetisi şiiri de bırakarak, yaşıtları gibi
madende çalışmağa başlar…

Kaplanoğlu’nun, yazıp, yönettiği, yapımcısı
olduğu ve görüntü kurgusunu düzenlendiği 2005 yapımı Meleğin Düşüşü filmi
üzerine Anadolu’nun bir bölümüne gerçekleştirdiği keşif odaklı yolculukları
doğrultusunda, geçmişten, bugüne yaşanan kültürel, iktisadî, toplumsal
değişimlere dayalı gözlemleri doğrultusunda açığa çıkan Yusuf Üçlemesi,
Yumurta, Ege; Süt, İç Anadolu; Bal, Doğu Karadeniz bölgelerinde geçiyor. Hikâyelerin
ana beşiği Anadolu, üç filminde izdemi olan ana-oğul ilişkisini, Anadolu insanı
ile Anadolu toprağı ve kültürü arasında ki bağ açısından irdeliyor. Dünya
kalanında olduğu gibi sanayileşme süreciyle ivme kazanan toplumsal başkalaşım
ile insanî değerlerinden, olağan yaşama biçiminden ötelenerek, mekanikleşen
kişilerden oluşan hastalıklı ölçütte kibirli, duyarsız toplum, giderek çoğalan
uyumsuzluk içinde karşıt düşünüşlerde öbekleşerek, kargaşa ortamına
sürükleniyor. Bu doğrultuda, yeni bir yaşam düşleyerek, köyünden, kente göç
edenler, şehrin, topraktan ırak, donuk, duygusuz havasında yiterek, derinden
bağlı oldukları aile yapılaşmalarının sarsılmasına tanık oluyorlar. Arkalarında
bıraktıkları toprakları, büyük sanayi tesisleri, barajlar vb. endüstriyel
yapılaşmalar işgâline yenilince, dönebilecekleri yerleri kalmıyor. Dönmeyi
başarabilenler, doğduğu toprakları cismen ve manen yabancı buluyorlar.

Yusuf, kendini
büsbütün yitirdiği Tire’nin her köşesinde, eski kimseleri bulamadığı
çarşısında, sokaklarında gezinir, berberi bile eski içten ortam değildir. Tıpkı
kendi gibi Tire’de, yabancıdır artık. Eski evinde çiçeklere, ölmüş yakınlarının
isimlerini vermiş, vîrâne ev hariç anne Zehra’dan kalan tek olağan unsur
saksıda birkaç çiçektir. Kişilerin zihinlerinde barınan ve günden güne kuruyan
bir parça ânı misali bu çiçekler, geçip giden zamanın en vazıh tanığıdırlar ve
kökleri ile her şeyin başladığı çocukluk dönemine uzanırlar…

Doğu Karadeniz’in, dış dünyadan arı kesif ormanlık
bir bölgesinde, ailesi ile yaşayan yedi yaşında Yusuf’un(Bora Altaş),
ana-babası, öğretmeni, arkadaşları ile olan ilişkileri, Yusuf’un, olağan
biçimde iç dünyasını oluşturan el değmemiş bir tabiat ortamında sunulur. Yusuf’un
babası Yakup(Erdal Beşikçioğlu), arıcılık yaparken, annesi Zehra(Tülin Özen) çay tarlasında çalışmaktadır. Öykü, Yakup’un bal almak üzere ip
ile kalın gövdeli, yüksek bir ağaca tırmanmasıyla başlar. Ancak ipin bağlı
bulunduğu kalın dal, içten çürümüştür ve ânbean kırılmaktadır. Durumun
ayrımında olan Yakup, kaygılı biçimde beklemeğe başlar. Bu arada anlatı, Yusuf’un
aslında yaşını aşan mecburî bir olgunlaşma süreci-başkalaşımı, Yusuf’un
doğrudan yaşadıkları üzerinden aktarır…

Süt’te olduğu gibi Bal’ın açılış sahnesi de, ayaklarından
bağlanıp ters çevrilerek ağzından yılan çıkarılan bir köylü ile başlıyor.
Gerçek olan bu durumda, yöre halkının evlerine giren su yılanları, çiftçilerin
midelerine giriyor. Bu doğrudan temsili sahnede olduğu gibi su yılanı, kişinin
ağzından çıkartılıyor. Kaplanoğlu’nun bir haber kanalına yaptığı konuşmada
ifade ettiği üzere, okumalara açık. Bal, Hintliler tarafından izlendiğinde,
yılanı kutsal saymışlar…
Yumurta’da, Yusuf’un, bir bahçede bir adamın
çektiği çıkrığı görmesi ile tutarık(epilepsi) nöbeti geçirdiği ânın ilişiği, Bal’da, babasının sonunda ağaçtan
düşerek ölümünü izleyişi ile bütünleniyor. Yumurta ile başlayan öze dönüş, Bal’da,
cenin durumunda, ağacın kökleri dibinde yatan Yusuf ile nihâyetleniyor…