KAİDELERİ YIKMAK
Uzun
zamandır süren soğuk kutuplaşma dönemi nihâyetine gelinirken, askerî yönetim
altında 1980’ler Polonya’sına düzensizlik ve belirsizlik egemendi. Kötüye giden
iktisadî olanakların baskısı altında giderek gerginleşen insanlar, biçâre saldırganlaşıyorlardı.
Sahte gülümsemeli çehreleri, umutsuzluk yüklüydü. Bunları doğrudan gözlemleyen Krzysztof
Kieślowski, sıkıyönetimden yeni çıktıkları bir zaman bu durumu görselleştirebileceği
arayışlar-düşünceler içinde, soğuk yağmurlu bir günde, yolda yürürken, eski
dostu esin mebdesi avukat Krzysztof Piesiewicz ile rastlaşırlar. Onun
fikirlerinden çıkarak yaptığı çoğu filmini, henüz onunla tartışırken dahi film
olamayacak konuları, film yapmasını önermesi ile bilinen Piesiewicz, sıkıyönetim
döneminde epey davaya bakmak mecburiyetinde kaldığından, zihnen epey yorgun
olduğu dönemden geçiyordu. Bu sebeple, çoğalan boş zamanlarını, dışarda başıboş
gezinmekle geçirmektedir. O günlerden birinde denkleştiği senaryo ortağı
Kieślowski’ye, her buluşmalarında olduğu üzere
gerçekleştirilmesi nerdeyse olanaksız yeni bir öneride bulunur: -On Emir’e ilişkin bir film yapılmalı ve
bunu sen yapmalısın… dediğinde, Kieślowski yine duralar. Kendisi deyimiyle,
yazmasını bilmeyen ama iyi konuşan zira çok iyi düşünebilen Piesiewicz, bu
filmi yapsa yapsa, her düşüncesini aslına uygun gerçekleştiren Kieślowski’nin
yapacağından emindir. Ama o yine, filmi yapılamayacak esaslı bir hususa denk
geldiği düşüncesindedir. Kieślowski, Piesiewicz’i, Üç Renk: Kırmızı filminde
yargıç tiplemesine yansıtmış. Yargıcın, sevgili Valentine ile konuşmalarında,
gerçekler karşısında serinkanlılığı ile kızın aklını başından alması, Kieślowski
ve Piesiewicz arasında düşünce alışverişini ortaya koyuyor. Zira Kieślowski’de
başlarda, filmi yapılamayacak yeni bir konu üzerinde sürtüştüğü senaryo ortağından
böyle etkileniyormuş…
ON EMİR’İ YAPMAK
Bir
üçleme mi olmalıydı, yoksa birer saatlik on bölümden oluşan bir mini dizi mi?
On önermenin görüşüne daha uygun duran ikinci seçenek, ilkin konuyu filme
almayı düşünmediğinden, sadece senaryoları yazmaya girişti. Zira o zamanlar,
bayağıdır olduğu üzere Tor yapım şirketinde, bir auteur, yazar ve yönetmen Krzysztof
Zanussi yardımcılığını yapan Kieślowski, zamanı çoğunu yurtdışında çalışmakla
geçiren Zanussi’nin, nihai kararları vermek hariç pek etkisinin hissedilmediği
yapım şirketinde, çoğu genç yönetmen ilk filmlerini sorunsuz biçimde
gerçekleştirmekteydiler. Kieślowski, kendi deyimiyle, kabuğunu kırması gereken
çok genç yönetmen adayı tanıdığını ve ilk filmlerini yapmak için bütçe
ayarlamakta ne derece güçlük çektiklerini biliyordur. Maliyet çok düşük
olduğundan, zarar payı da düşüyordu. Ayrıca, sinemanın, tecimsel kaygı olmaktan
öte, sanatsal düşüncede yürütüldüğü Polonya gibi ülkelerde o dönem Televizyon,
böyle başlangıç yapmak isteyenler için umut yeri idi. O dönem televizyonlar,
filmleri, en az üçleme olmak koşuluyla kabûl ettiklerinden, genel olarak dizi
üretiliyordu. Bunun üzerine Kieślowski, on bölüm hâlinde yazmaya başladığında,
genel adı Dekalog koyarak, on genç yönetmenin yönetmesi önerisini düşünmüş.
Ancak senaryolar belirmeye başladıkça, onlara çok bağlanmış ve başkasına
sunamayacağını, ilkin aksini düşünmüşse de, kendinden başkasının yönetemeyeceğini
anlamış. Diğer deyişle, yine esin mebdesi Piesiewicz’in sözüne gelmiş. Başta
siyasî içerikte olması gerektiğini düşünmüşse de, ancak sıkıyönetimin getirdiği
baskı ve şiddet ortamı, halka gösterilmesi gerekenin bu olmadığını anlamasını
sağlamış. Yine de, birçok ilişkinin parçalandığı, ailelerin yıkıldığı,
dostlukların bittiği dönemin tüm toplumsal umutsuzluklarını barındıran, rüşvetin,
yalakalığın, elezerliğin kol gezdiği zamanlar, düzenli, akılcı bir yaşama özlem
duyan insanların öyküleri olur, bunlar. Sıradan kişileri, ahlâkî ikilemler
arasında gidip, gelirler. Özsever, yalnız kendini düşünen, her düşüncesi,
eyleminde çıkar güden bireylerin birbirleri içinde eriyip gittiği, günümüz dünya
toplumları gibi hastalıklı bir toplum böyle gerçekçi görselleştirilebilir. Ancak
Kieślowski’nin, ereği yaşadığı topluma kin gütmek değildir. Bilâkis, yaşadığı
toplumu, dolayısıyla dünyayı ve evreni anlama çabasıdır…
ÇIKIŞ NOKTASI
‘Özde
ne doğru, ne yanlıştır?’ Kieślowski ve Piesiewicz’in, Dekalog üzerinde
çalışırlarken, en çok sordukları sual buydu. Doğal olarak, yetiştiği kültürün
tesiri ile Tanrı’yı düşündükçe hatırına Eski Ahit’te ki, acımasız ve buyurgan,
durmaksızın sorumluluk yüklemeğe uğraşan ama görünüşte bir o denli özgürlük
sunan ve bunu ne doğrultuda kullanacaklarını gözlemleyip, ona göre ödüllendiren
ya da cezalandıran tanrının geldiğini, kesinlikle bağışlamadığını ve göreceli
olmadığını belirtiyor. İşte bu noktada, mutlak surette sorgulanamaz biçimde dayatılan
inanılar ile zayıflamış kişi, saf bir arayışa sürüklenebilir. En başta çocukluk
korkularından beslenen inanç kültüründen, o korkularından kuşku duyarak
arınmaya başlayabilir. Dekalog kişileri, yasaklar, günâhlar çelişkileri ile
boğuşan, her gün yeni biri olmaya çabalayan ve böyle bağnazlıklarla
yabancılaştıkları birbirlerini yeniden anlamağa başlayan duyarlı kimseler. Kimi
büyük kötülükler yapıyor fakat her şey gibi bunun da, sebebi var… Kieślowski,
beş ve Altı numara Dekalog’ları, yine aynı oyuncularla, uzun metraj çekti.
Öldürme Üzerine Kısa Bir film ve Aşk Üzerine Kısa Bir Film. Ölümün duygusuz
saflığı, aşkın sınır tanımayan hazzı, görünüşte birbirine çok zıt iki kişinin,
saf ereğini adım adım gerçekleştirmesini anlatıyor… Biri yaşamın en olağan
yetisini hissediyor. Diğeri ise, en az o denli doğal ve katı gözüken bir yönünü,
ölümü…
YENİDEN BAŞLAMAK
En
sevdiğim, Polonyalı tiyatro ve opera yönetmeni, oyuncu Aleksander Bardini’nin
ilk oynadığı iki numaralı Dekalog, ‘Zina Etmeyeceksin’ önermesine dayalı bölüm,
hem Bardini’nin, anbean izlenesi doğal karakterizasyonu hem de, son derece
olağan anlatısıyla her izleyişimde eş hissi aldığım Kieślowski icraatı. Yalnız
yaşayan Doktor(Aleksander Bardini), bir süre önce köpeğini ezen komşusu
olan Dorota(Krystyna Janda)’nın kocası Andrzej(Olgierd Łukaszewicz), bir süredir hastahanede yattığından,
onu görmek istemektedir. Ancak onun yokluğunu, erkek arkadaşı ile doldurmaya
çalıştığı için de, suçluluk duymaktadır. Bu konuda gidebileceği başka biri olmadığından,
Doktorun kapısını çalmaya çekinmektedir; zira ona karşı da, ağır bir suç
işlemiştir. Dorota’nın, pişmanlığı, Doktor ile arasının düzelmesi üzerine gelişiyor,
kocasının iyileşmesi itibariyle karı, kocanın kavuşması ile sona eriyor…
Bardini’nin, muazzam doğal oyunculuğu, her izleyişimde aynı duyguları
uyandırır; kendimi, yaşamın tam ortasından gerçeklikte bulurum. Eş hissi, başka
hiçbir yönetmen sinemasında veya filmde yaşamadım üzere tüm Kieślowski
filmlerinde duyuyorum. Üç Renk Kırmızı’da, Valentin’in görmek istediği gibi
gördüğü insanların öyküleri bunlar. Oldukları gibi görülmediklerinden, bir
biçimde toplum dışına itilmiş, aşırı sıradan gözüken, zengin yahut yeterince
güzel ve yakışıklı olmayan, çok iyi bilgisayar kullanamayan ya da İngilizce konuşamayan
vb. faydacı değerleri karşılayamayan kimselerin, toplum dışına itildiklerinde,
birinden bir kötülük gördüklerinde, istem ötesi sebeplerle sürüklendikleri
durumlarda, doğma değerleri ile ters düştüğü bağnaz toplumun kurbanı olurlar.
Dekalog insanları, bu ve benzeri durumlardan mustariptirler. Onları yalnız,
dayanışmaları, birbirlerinden esirgemeyecekleri içten duyguları, içine
düştükleri durumdan kurtarabilir.