Üç Renk Üçlemesi - Trois couleurs

RENKLERİN İNSANLARI

Mavi, özgürlük; beyaz, eşitlik; kırmızı, kardeşlik diyor, Fransız milliyetçiliği. Fransız ihtilâli doğuş düşünceleri olan bu yaklaşım, çoğu şeye çağrışım yaratmış ve yaratmakta. Bunlardan birkaçı Krzysztof Kieślowski’nin, Üç Renk Üçlemesi. Kendisine bu fikri veren, her buluşmalarında sıradan gözüken şeyler hususunda uzun uzadıya konuştukları, Kieślowski deyimiyle, yazamayan ama çok iyi konuşan ve genelde filmi yapılamayacak denli zor konuları akla getiren esin mebdesi bir kişilik, Polonyalı siyasetçi ve düşünür, Krzysztof Piesiewicz. Öneriyi uygulayan Kieślowski, renklerin anlamlarını, düşünsel düzlemde sunmak yerine, kişilerin özel yaşamlarına anbean tesirlerini, mahrem hayata olumsuz yanlarını ele aldı… Üç Renk: Mavi, özgürlüğün sınırlarıyla ilgili. Temel işlevinden çok, o açılımın, özgürlüğün, kişisel hayatta kusurlarını irdeleyen bir film… Üç Renk: Beyaz, eşitliği karşılıyor. Herkesin eşitliğinde birliği; fakat ne denli eşitlik var? Zira herkes, birbirinden daha fazla eşit olmak arzusundayken, eşitliğin genelleyici kapsamı şiir dizesi gibi kalıyor ve bunu, kutsal bilinen en küçük toplumsal birim, evlilik üzerinden irdeliyor… Üç Renk: Kırmızı, yanlış zamanda doğan doğru kişileri, ya da doğru kişiler ile olan yanlış kişileri anlatıyor. Aynı kişi, yüz yıl sonra doğmuş olsa veya başka biri ile beraber olsa ne olurdu? Zamanına, mekânına yabancı olması, kardeşlik kavramına ne derece uyuyor? Kimse özgür değil ki, eşit ve kardeş olsun. Özgür olmayan bireyler, bunun anlık gerilimi ile birbirlerinden üstün olmaya çabaladıkça, birbirlerini asla anlayamaz, sevemezler, yaklaşımı, üçlemenin doğasına uyuyor…

Kieślowski, üç sene evvel Véronique'in İkili Yaşamı’nda beraber çalıştıkları Irène Jacob’ın, naif görüntüsünün örtüştüğü Weronica/Véronique tecrübesi üzerine Üç Renk: Kırmızı’da, Valentine için uygun görmüş. Bu kararın doğruluğu çok açık. Jacob, Weronica/Véronique üzerine yine V sesi ile başlayan, yine zarif güzelliğini yansıttığı bir ıraya hayat vermiş…





Mavi, eşini ve kızını, kazada kaybeden Julie(Juliette Binoche)’nin durumu, renge atfedilmiş düşünceye uyar. Yalnızlaşan Julie için görünüşte hiçbir manevi bağ kalmamıştır. Kocasından, kendisine kalan yüklü mal varlığı ve kendi yüksek geliri ile sınırsız maddî olanaklara iyedir. Bu durum, kendisini hür mü kılmaktadır? Onlardan ebedîyen ayrıldığı hâlde, kendini öldürerek bu özleme son verme yürekliliği gösteremez. Bir biçimde gerçekleştiremediği bu eylemini unutup, yeni yaşamına alışmağa uğraşır. Bu sebeple ne mezarlığa gider ne de, eski anıları canlandıran fotoğraflara bakar. Görünüşte, geçmişi unutmakta başarılı gibidir. Ama öyle ân gelir ki, eşinin icraatı olan müziği-notaları, onu sınırlı özgürlüğünden alır. Ona duyduğu aşkın gerilimi zemininde, aldatıldığını öğrendiğinde hissettiği kıskançlık, kendini bu ilişki de yetersizlikle suçlamaya değin gerilimlere varır ve kızının anıları ile de yüzleştikçe, kişisel özgürlüğü alanı daraldıkça, Julie, yeni bir yaşama başlayamayacağını anlar. Onun hapishanesi, bu duygularla yüklü zihnidir. Bu yüzden kocasını sevmekten vazgeçmeğe, onu unutmağa uğraşır. Evinin her zaviyesinde kocasının anıları ile karşılaştıkça, kıskançlık duygusu, unutmaya çalışmaktan ağır basar. Masumiyet, unutkanlık gibi hilelere başvurdukça, hemen yitip giden tesiri sonrası yine aynı tuzaklara düşer. Zamanla, sığındığı duygu durumların, kendini kurtarmağa uğraştığı gerçekler ile çevrili tuzaklar olduğunu anlamağa başlar…

Beyaz, Mavi’de Julie gibi çok duyarlı bir adamın, yanlış bir kadınla yaptığı kötü evliliği neticelerine odaklanır. Kadının hassaslığında, duygular en saf hâlleri ile belirirlerken, erkeğin hassaslığında, içine düşürüldüğü durumlar nedeniyle gülünç duygusal duruma varır. Eril gururu aşağılanmış Karol(Zbigniew Zamachowski), hem görünüşte hem de, düşüncelerinde bu durumun eziciliğinden kurtulmak ereğindedir. Çok duygusal olduğundan, karısı ile sevişirken, yeterince ‘ereksiyon’ olamaz. Karol, Dominique(Julie Delpy) ile evlenene değin tam tersi olan durumunun nedenini bir türlü anlayamaz ve içtiği şaraba, birtakım dış etkenlere indirgese de, işin içinden çıkamaz. Tipik eril gerilim yaşayarak, âciz biçimde, ataerkil toplumun, cinsine değer gördüğü yargılara bürünmeğe uğraşır. Kendi gibi hemcinslerine, onlardan geri kalmadığını ve kendisini yüzüstü bırakarak, başka erkeklerle olan Dominique’e çok iyi durumda olduğunu ispatlamaya çalışır. Böyle lüzumsuz çaba içinde kendini, eski karısı ile eşit durumda görmek, ezilmiş gururunu kazanmak isteyen Karol, Dominique’e hazırladığı tuzaklara düşer, durur. Artık şunu anlamıştır ki, Dominique’e hâlâ âşıktır. Bu gerçeği kabûllenmeğe başlayınca, artık onunla ödeşmek, karşısında başat konuma gelmek ülküsünden vazgeçiyor. Dominique’inde, kendisine hâlâ âşık olduğunu anlıyor.  Fakat bu karşılıklı duyguyu açığa çıkartan itki öç duygusudur. İkisi de, Kırmızı filmi son sahnesinde batan feribottan kurtulduklarında ölümün soğuk suyu, denizle ıslanmış-yenilenmiş olarak birleşirler…

Kırmızı, bizlere, görüneni görmek istediğimiz gibi değil, olduğu gibi görmemiz gerektiğine ilişkin tenkitte bulunuyor. Zira başkalarında, kendimizi görüyoruz. Rengin değeri kardeşliğin gerçek açılımı, birbirimizi olduğumuz gibi kabûllenmeği öğretiyor. Valentine(Irène Jacob), çok duyarlı bir genç kadın olarak başaklarını düşünüyor ama onları, kendi gibi görüyor. Olaylara kendince yaklaşımı güzel bir incelik olsa da, bunu kendini daha iyi hissetmek için yapması, filmin, insan doğasından öte gelen çelişkili sorgulamasını yaratıyor. Bu sebeple, başta yanlış erkek ile beraber olan Valentine, yanlış zamanda doğmuş birine dönüşüyor. Bu durum, başkalarının telefon görüşmelerini dinleyen emekli bir yargıç(JeanLouis Trintignant) olan ihtiyar adamın evinden kaçan köpeğine çarparak, yaralaması ve künyesinde yazan adres bilgileri üzerine köpeği, evine getirdiğinde, onu suçüstü yakalaması ile baş gösteriyor. Sonra anlaşılıyor ki, adamın haksız yere dinlediği insanların hiçbirinin doğru, mutlu hayatları yok. Çoğu, yanlış kişilerle beraber… Onların konuşmalarına paralel, sevgilisi tarafından ihanete uğrayan ve bu gerçeğe doğrudan tanık olan genç hukukçu Auguste(Jean-Pierre Lorit)’un anlatısını izliyoruz… Valentine, uzun zaman evvel adamın gençliği döneminde şimdiki hâlinde yaşasaydı ve karşılaşsalardı, ikisi için her şey çok daha farklı olacaktı. Filmin son sahnesinde feribot kazasından kurtulanlar arasında olan Valentine, aynı feribota binmiş ve sağ çıkmış Auguste ile rastlaşıyor. Yargıcın, zamanı aşan hâli gibi duran Auguste, son sahnede Valentine ile karşılaşması, ihtiyarın, hazin mazisinin karşılığı oluyor…

RENKLERİ YAPMAK

Mavi, beyaz ve kırmızı, Fransa bayrağı renkleri olarak, Fransız Cumhuriyeti düşüncesinde, yukarlarda değindiğim üç siyasi ülküyü karşılıyor. Bu temelde üçleme yapmak isteyen Kieślowski, esin mebdesi Piesiewicz ile filmlerin birbirine bağlı üç öyküsü üzerinde çalışırlarken, Polonyalı yönetmen taslakları yazdıktan sonra, Piesiewicz ile tartışarak, üç temel düşünceye uyarlamışlar…

Mavi renk, çağrışımsal açıdan hüzün(melankoli) ve ölümün soğukluğu altında, suçluluk duygusuna ve kıskançlığa varan anılara örtünmüş. Filmin açılış sahnesi, sessizliği ve yakın soyut çekimleri, dışavurumcu biçemde kullanır. İçe kapanık, buhranlı kadının rengine dönüşen mavi, Fransız Cumhuriyetçiliğinde karşılığından arınarak, özgür bir kadını değil, yalnızlığına, anılarına tutsak bir kadını çevreler. Aksine Beyaz’ın doğası, saf ve doğrudan olduğu gibidir. Hiçbir filtre, renk görsellemelerine başvurulmamıştır. Eşitliğe doğru evrilen ayrılığın, bittiği nokta, Karol ile Dominique arasında nihai cinsel birleşmenin doruğudur. Kırmızı da ise, bir kadr’da, çoğu nesne ve kişi kırmızıdır. Yine Zbigniew Preisner’ın, derin anlamlar yükleyen tema müzikleri, Mavi’nin, orta hız moderato’su, anlatıya, buhranlı bir yalnızlık katar. Kırmızı’nın, canlı ama çok hızlı olmayan Allegro Non Troppo’suna sinmiş, alttan coşturan Scherzo Allegretto’su, hiçbir anlam veya hareket endişesi, taşımayan Kieślowski çekimleri ile naifçe bütünleşir…

Üç Renk Üçlemesi’nin müşterek nihayeti olan Kırmızı’nın sonunda, Auguste ile Valentine’in, kazadan kurtulmaları, yeni bir yaşama, dengi bir uyumda birleşmeğe başlayacakları, televizyon ekranında donuklaştıkları çekim, Kör Talih ve Véronique'in İkili Yaşamı’nda olduğu gibi bir olasılığa evrilir. Feribota binmeseler, ya da feribot batmasa, tanışırlar mıydı? Sualini düşündürür. Kırmızı, Kieślowski’nin son filmi idi. Ölümü esnasında, bir sene sonra, 1997 yılında çekimlerine başlayacağı yeni bir üçleme: Cennet, Cehennem, Araf üzerinde çalışıyordu…

Kırmızı, Kieślowski’nin doruğu, baş yapıntısı olarak görülse de, Véronique'in İkili Yaşamı, çok daha gerçekçi bir olasılık yönelimi sunar. Doğaüstü(metafizik) nitelikler, karşılanmamış anlam ötesi sualler barındırdığı düşüncesi ile asla açıklanamayan özü olduğu çıkarımında birleşilir. Fakat Véronique'in İkili Yaşamı, ne anlamlı olmaya, ne izah edilemez soyut durumlar kuşanmaya, ne birtakım farazî düşünceler derininde kaybolmaya ne de, soruları yanıtlamaya çalışmaz. Bunun yerine, kişiye-insanlığa, unuttuğu duyguları, tüm Kieślowski filmlerinde olduğu üzere en saf halleri ile sunar. Zira duygular tek gerçekliktir. Kişi daima onlarla iç içedir…