ÖLÜMCÜL KADINLAR 1: ALP KIZLAR

TURAN ALP KIZLAR

Hani, Amerikan sineması ve çizgi roman furyasında sıklıkla karşılaştığımız, ‘amazonlar’ diye terim vardır ya, yeri açıklanmayan ama herhangi bilimsel sebebe dayandırılmaksızın ‘gerçekçi’ kılınan bu yaklaşım ile temelli wonder woman, zeyna, kızıl sonya, karadul, femme fatale vb. dişi kültürel karşıtlıklar, kendine yabancılaşmış, uygarlaşma sürecini tamamlayamamış tüm toplumlar yahut birinci sınıf gelişmişlikte gözüken batılı toplumlar gibi hemen bütün bölgelerde, geniş kültürel yayılım göstererek, o bölgenin toplumsal özünü oluşturan kültürel değerlerini başkalaştıran nevi ürünler doğururlar. Kadının, tabiatına aykırı olarak erkekten ayrıksı, eşcinsel, salt doğurgan ya da başına buyruk, duyarsız kişilikte olmasını öğütleyen bu ürünlerin yegâne ereği, bireyleri zihinsel açıdan sağaltarak, yaşadıkları toplumdan ayrıştırmaktır…




TOMARIS

Batının, kimi görsel kültürel yaptırımlarının sözde mebdesi olan amazon mevzusunun asıl kaynağı, o geçmişten türemiş Türk toplumunca da, pek bilinmemekte olan Sakalar(Massaget’ler) ön Türkler topluluğunda, eri ile eşit yaşamış savaşçı Türk Kadını’dır. Türk Kadını, İslâmiyet’in kabûlüne değin Alp Kızlar olarak biliniliyordu. Ancak Araplaşmanın getirdiği kör kütük gelenekler ile bu durum tersine dönerek, Türk Kadını’nı, yaşadığı toplumun en değersiz nesnesi konumuna düşürmüştür… İskitler-Sakalar, M. Ö. 8. yy. ile M. S. 2. yy. arasında, Avrupa’nın doğusu Kırım-Pontik Bozkırlar ile Orta Asya’da, Tanrı Dağları ve Fergana Vadisi’ni kapsayan topraklarda yaşamış savaşçı bir Türk halkıdır. Toplumda, eşit değerde kadını ile erkeği savaşçı yetilerle donanımlıydılar. Alp Türk Kadını, bileğini bükemeyecek er ile yaşamını birleştirmediği gibi milletini, toprağını koruyacağı hiçbir savaştan çekinmezdi. Bu topraklarda, M. Ö. 6. yy’da yaşamış Tomaris/Tomris Hotın(Altay Türkçesi) Hatun, kocasının, Farslılarca öldürülmesi üzerine yeni Kağan olmuştur. İnsanlık tarihinde ilk kadın Kağan, Ulu Ece Tomaris’dir. İsmi mânâsı, eski Türkçe’de, demir olan temir-teymur’dan gelir. Aynı yüzyıl, Pers diyarında Ahameniş devleti egemenlik sürüyordu. Bu sülâleden gelen tüm yöneticiler, Türk topluluklarını hep taciz etmiştiler. Persler’in başında, Keyhüsrev-Kiros bulunuyordu. Manna, Lidya ve Babil’i ele geçirdikten sonra, gözünü doğuda kalan Türk yurtlarına dikmiş, artsız akınlarıyla, batı Türkistan güneyini ele geçirmişti. Kocasının ölümü ardından, sessiz siyaset seyreden Tomaris, bu arada olacaklara karşı savunmayı daha da güçlü kılmağa uğraşıyordu. Onun barışçıl yanını zayıflık olarak gören Kiros’un, Saka topraklarına aralıksız akınları sürdü. Persler, Saka topraklarında ilerlemeği sürdürdükçe, yakılmış topraklardan başka bir şey bulamadılar. Saka’ların bu belirsiz davranışı ardında, düşmanı üzerine çekerek, kıskacına alma taktiği barınıyordu. Saka’ları kovalamaktan bezen Kiros, Tomaris Hatun’a, elçiler göndererek, kendisi ile evlenerek, kendisine tabi olması karşılığında, Saka’lar iler savaşmayacağı vaadinde bulundu. Onun asıl niyetini bilen Tomris, bunu katiyetle reddetti. Sınırlarını iyice genişletmiş, dört yana korku salmış Kiros, bu ret karşısında çok öfkelendi ve Türk’lere savaş ilân etti. Kalabalık ordusunda ayrıca, vahşice eğitilmiş yüzlerce köpekle, Aras Irmağı’na ulaştı. Nehri geçmek için köprüler inşa ettirerek, karşı tarafa geçti. Onu öteden izleyen Tomaris Hatun, elçileri ile Pers Hükûmdarına şu haberi iletti:

Kiros, bu işlerden vazgeç; yaptıkların, iyiliğine midir, değil midir, bilemezsin. Geri dön ve kendi halkına hükmet. Bizim, kendi halklarımızı yönetmemize karışma. Ama sanırım, öğüdümü işitmeyeceksin değil mi? İlle de, Saka’lar ile boy ölçüşmek istiyorsan, o zaman ırmağın iki yakasını birleştirmek için zahmet etme. Biz, ırmaktan üç günlük yola değin çekileceğiz. Suyu geç ve yurdumuza gel; yok, eğer bizim gelmemizi istiyorsan, bu dediğimi sen yap.

Bunun üzerine Kiros, ordusuyla ırmağın kuzeyine devindi. Savaşın kaçınılmazlaştığını anlayan Tomris Hatun, hazırlıklara girişti. İskit atlıları, iki topluluktan oluşuyorlardı. İran ordusu, hangi atlıların peşinden giderse, o yönün otları biçiliyor, su kuyuları kapatılıyordu. Ordular arasında birkaç kilometre kalacak biçimde karşılıklı mevzilendiler. Gün bitimi savaşmayı kesip, tan vaktini beklediler. Ama Kiros, gün ağarınca mertçe savaşmak yerine, sinsice bir niyetle gece harekete geçti. İki ordunun bulundukları bölge yakınlarında bir açıklığa çadır kurdurup, ateşler yaktırdı ve etler pişirterek, içkiler dağıttırdı. Orada bir şenlik olduğunu fark eden Tomris’in oğlu ve adamları geldiler. Etlerden yiyerek, bolca içtiler… Hepsi, kör kütük sarhoş olduklarında, Kiros baskın yaparak, bütün adamlarını öldürdü ve Tomris’in oğlunu rehin aldı. Bunu işiten Tomaris, kendisine şu yanıtı iletti:

Kana doymayan kanlı katil Kiros, bu yaptığınla övünme. Bu zaferi, içinde sizin de aklınızı başınızdan alan üzüm kazandı. Bu zehirdir, seni hilebazlıkla oğlum efendisi yapan. Sana güzel bir öğüt vereyim, beni işit, oğlumu, bana geri ver. Saka ordusunun üçte biri üzerinde kazandığın kaba zaferle yetinip, çek git topraklarımızdan. Eğer dediğimi yapmazsan, Saka’ların Ece’si olarak ant içerim, kan dökmeğe doymayan seni, kana doyuracağım.

Kiros, kendisine Tomaris’in sözlerini ileten elçiyi ciddiye almaz. Tomris’in oğlu ayılınca, esir düştüğünü anlar ve Kiros’a yalvarır. Kiros, ellerini çözdürünce, esaretin verdiği millî eziklik ile intihar eder. Bunu öğrenen Tomaris, üzüntüsü hiddeti ile ordusunu toplayıp, Acem’lere saldırır. Ant içerek, şöyle der:

Kana susamış Kiros, sen, oğlumu mertçe değil, o içtikçe zıvanadan çıktığın şarapla öldürdün. Ant içerim, seni kanla doyuracağım.

M. Ö. 529 yılında, Oxus Bölgesi’nde dar bir boğazda gerçekleşen savaş, Türk’ler için çok kutludur. Tomaris Hatun’un yönettiği savaşta uzun zaman karşılıklı oklaşılmış, nerdeyse yaralanmayan kimse kalmamıştır. Ardından, kılıçlar ve mızraklarla göğüs göğüse çarpışılmıştır. Kazı ilim bulgulara göre, Saka’lar, atlı araba da kullanan bir topluluktu. Savaş arabalarını kullanma da ve at üstünde ok atmada üstün olarak, sayıca çok fazla Acem’lere karşı savaşı taraflarına çekmek için Kurt Taktiği-Turan Taktiği denilen savaş yöntemini doğru zamanlama ve kararlılıkla kullandılar. Güçlü mücadele nihâyetinde, Kadın Hakan Tomaris ve Alp’leri, vatan aşkıyla, İran ordusunu sayıca epey azalttılar. Sahra’da, kızgın güneşte yaşanan hiddetli çarpışma ardılında, savaş meydanından Kiros’un, kellesini getiren Tomaris, onu kan dolu bir tuluma basarak şöyle dedi:

Ey namert! Sen, beni hile ile oğlumdan ayırarak, evlât acısıyla dağladın. Ben de, verdiğim sözü tutarak, seni kanla suluyorum. Başkaları yurduna zorbalıkla girenlerin cezası, işte budur!

Hazar’dan, Sırderya sahillerine yayılan enli topraklarda yaşayan Saka’lar, Alp Er Tunga ölümü ile siyaseten zayıflamışlardı ve o dönem Pers’ler ile savaş içindelerdi. Pers’ler başında acımasız, gaddar Kiros(Keyhüsrev)’e karşı, bir ân evvel bir şeyler yapılması gerektiğinden, kocası ölümü ardından Saka’lar başına geçen Tomris Hatun, Türk’leri toplayıp, birleştirdi. Saldırganlıktan öte savunmacı kişilikte siyaset yürüttü. Ulu Türk Kadını Alp Ece Tomaris’in akıllı yöntemleri sayesinde Saka’lar var olmuşlardır. Bu tarihî örnekte görüldüğü gibi Türk Kadını’nın mertliği, kılıç kullanma, ok atma, at sürme, ordu ve millet yönetimi yetilerinde, erleri denli becerikli oluşları ile asırladır Türk Halk Masalları’na yansıdıkları üzere, başka bir algı yaratmak ereğinde batının, yıllardır kaynak gösterdiği kurgusal kadın savaşçı(amazonlar) tipinin özünü oluşturur…

KIRK KIZLAR

Bir başka örnek, daha yakın zamandan, İslâm dönemi Türk Tarihi’nden, Türkistan yöresinde Karakalpak Destanları’nda geçen Gülayım ve kırk nedimesinin mertliklerini, vatan, millet sevgisini yansıtan, anlatıla gele destan niteliği kazanmış, mertlik hikâyeleridir. Türk’ler arasında, İslâm’ın yeni yayılmaya başladığı dönemde geçen bu tarihî olgu, Türk Kadını’nın, batının ve Arap milletlerinin bakışları doğrultusunda bir Ortadoğu ananeleri ürünü olmadığı, özünde yaşamın her alanında eri ile eşit ve omuz omuza olduğunun göstergesidir…







Çok önceki zamanda,

O zaman evvelinde…

 

Namı aşmış,

Devleti taşmış…

 

Dallar denli bükülen,

Altın gibi parlayan,

Kara kaş, kara saçlı,

Keskin gözlü, şirin sözlü,

İnce dudakları kaymak gibi,

Güzel ağzı oymak gibi,

Fıstık burunlu, badem gözlü,

Uzun boyunlu, ak gerdanlı,

İnci dişli, Umay yüzlü.

Namı yayılı cihana,

Altın gevher başında,

Özü on dört yaşında,

Altı er arasında,

Nazlı nazlı büyüyen Gülayım.

 

Görenler, akıl, şuur yitirir,

Aysız gece çıksa o kız dışarı,

Karanlık eve işsiz gevher olur.

Gün olmasa, kırk yıl gün doğmasa,

Parlak yüzü, ay ışır.

Hiddetlense, Alp’ler ürker.

Yanaşması olur, kapısında hizmet edermiş.

 

Tan doğup, tün batan,

Ömrü kısa yıldızca,

Gören içini yakıp,

Sevmeden kendi hâlinde,

Devran sürdü Gülayım.

Yanına, kırk kızın alıp,

Düşmanından kaçmadı.

Sözü korkup demedi.

Saçını ters taratmadan,

Gelene ümit vermeden,

Halktan ırak kalmak için,

Kırk kızı ile Gülayım,

Hp beraber olmak üzere,

Babasından istedi,

Meyveli adayı.

On iki ustaya,

Tunç surlar yaptırdı.

Çelik ile şoyın(kurşun alaşımlı demir)’dan,

Kapısını oydurdu.

Adanın yüksek yerlerin,

Hayvan getirip, sürdürdü.

Çorak yerlere,

Kıymetli gübre döktürdü.

Gül bahçeler ektirdi.

Nice günler geçtikçe,

Aylar, yıllara erdikçe,

Meyveli adası bağ oldu.

Balkır güller açıldı,

Bağırlarında bülbüller şakıdı.

Halkı ile Gülayım,

Ulu toy toyladı.

Kırk kızı ile

Oğlak tartış(oğlak derisiyle, at üzerinde oynanan oyun) oynadı.

Destan metninde görüldüğü gibi Türk Kadını’nın akılları baştan alan güzelliği, ok-kılıç kullanma, at sürme, devlet yönetme yetileri ve her şeyden üstün vatan, millet sevgileri tüm gerçekliği ile ifade edilmiştir. Yurdunu tehdit eden ya da bizzat işgâl eden düşmanı, akla gelmeyecek savaş yöntemleri ve emsâlsiz yüreklilikle yok eder.








Saka(Massaget) Kadınlar’ı, tıpkı yerdeki gibi at üstünde hünerle savaşırlardı. Zira attıkları her okun, mızrağın hedefini vurduğu anlatılmaktadır. Kadın komutanları, Sevkele dediğimiz başlık takardı. Bir savaşta, Midya ordusu komutanı ile karşı karşıya kalan bir kadın Saka komutanının başlığı-sevkelesi yere düşünce, düşmanı, onun benzersiz güzelliği karşısında donakalır ve duygularına yenik düşerek, teslim olur. Benzer biçimde Gülayım’ında, güzel yüzü civar bölgelerde, yalnız erkeklerin değil, kadınların dâhi dillerine nam salmıştır. Güzelliğini işiten erler, onu görmek üzere yurduna akın ederler. Gülayım ise, savaş meydanında bileğini bükemeyecek ere, yâr olmayacağını söyleyerek, hepsini reddeder. Gülayım’ında kullandığı, dokuz kat zırh, Yada Taşı mahiyetinde ak elmas, hepsi ak kayından yapılma sadak dolusu ak oklar- ak yay, ak mızrak, çatallı hançer, Tulpar gibi at, Alp Türk Kadını’nın gereçleridir…

Halkı tarafından çok sevilen, güzelliği dillere destan Gülayım, babasından Miyvalı tepesini istediğinde, kırk nedimesini de yanında götürmek ister. Ereği, onları, kadın atalarının olduğu gibi savaşçı yetilerle donatmaktır. Onlardan, kusursuz bir öncü birlik yaratıp, yurduna yönelik tehditleri, henüz yurduna uğramadan bozmaktır. Benzeri olgu, Saka’lar döneminde de yaşanmıştır. Büyük bir göçebe halk olarak, üstbirlik(konfedere) siyasî bütünleşme göstermiş Saka’ların bir kesimi dağlarda, bir kısmı ovalarda, başka toplulukları da, bataklık ve adalarda yaşadıkları anlatılır. Bu sebeple, balıkçı ve toplayıcı nitelikleri bulunmaktadır. Pers Kralı Kirus MÖ 530/528'de ölümünden, Bactria Grek Krallığı’nın düşüşüne değin, MÖ 130 Batı Türkistan'da en büyük güç, Saka’lardı…


ALP TÜRK KADINI

İslâm evveli tüm Türk topluluklarında kadın, yaşadığı toplumda her hususta eri ile eşitti. Üstelik evlât eve gelince, ilkin anaya ardından, babaya selâm verir, bir iş yapacağı zaman yine ilk annesinin rızasını alırdı. Yani yalnız baba değil, ana da, ata sayılırdı… Kahraman Türk Kadını’nın yok sayıldığı günümüzde, bize bu gerçeği unutturan batılı ve doğulu güçler, bir asır önce Millî Mücadele yıllarında kimliği öldü sandığı Türk milletinin, vatanı uğruna kendi, eşi ve evlâdı canlarını feda ettiği Alp Türk Kadını’ndan yediği darbeleri hâlâ unutabilmiş değildir. 

1921 Kasım’ında ilkin Kastamonu ardından, Ankara’ya iletilmesi gereken cephaneleri kağnıya yüklemiş; bebeği Elif’i, kucağına alarak, yola çıkmış, ancak gece Kastamonu’ya vardığında, kışla önünde donarak şehit olan Şerife Bacı,

Türk edebiyatında önemli bir roman yazarı olup, siyaset, akademisyenlik ve öğretmenlikle uğraşmış, 15 Mayıs 1919’da, İzmir’in işgâlinden hemen sonra düzenlenen Fatih, Üsküdar ve Sultanahmet Mitinglerine konuşmacı olarak katılmış, etkili hitabetiyle özellikle Sultanahmet Mitingi’nde kitlelerin millî duygularını etkilemiş, bu yıllar Anadolu’ya gizlice silâh kaçırma işinde de görev almış ve 1920’de, kocasıyla Anadolu’ya geçerek, Millî Mücadele’ye doğrudan katılmış, Batı Cephesi’nde, Kızılay hastanelerinde görev almış Halide Onbaşı (Halide Edip Adıvar),

Kurtuluş Savaşı’na erkek kılığında katılmış, bu sebeple herkes, onu Halim Çavuş olarak tanımıştır. Ankara’dan, Sakarya’ya cephane taşımaya yardım etmiş, İnebolu’da ATATÜRK ile karşılaştığında, soğuk havaya aldırış etmeden dış giysisini cephanelerin üzerine örttüğü görülünce, Paşa kendisine: “Üşümüyor musun?” suali üzerine, karşısındakinin ATATÜRK olduğunun farkında olmadan, “Bey, 100 bin kişi kurtulacak, ben ölsem, ne olacak” karşılığını veren Halime Çavuş,

Annesi ölünce, babası sekiz yaşında Çanakkale Savaşı’na götürmüş, üç sene babasının yanında kalmış, 70. Alay’ın simgesi olmuş ve bu sebeple bu alaya, ‘Kızlı Alay’ denilmiştir. Çok iyi at binen ve silâh kullanan, henüz 12 yaşında onbaşı rütbesini alan Millî Mücadele’ye katkılarından dolayı İsmet Paşa tarafından, kendisine “Kurmay” unvanı verilmiş Nezahat Onbaşı (Nezahat Baysel),

Eşi, Birinci Dünya Savaşı’nda, Kafkas Cephesi’nde şehit düşünce, intikam için 15 Mayıs 1919’da, düşman İzmir’e ve Aydın’a geçince Ayşe Hanım, Kuva-yı Milliye Birliği’ni kurarak, birliği ile Köpekçi Nuri Çetesi’ne katılmış, ayrıca rütbeli olarak savaşa katılan ilk Türk kadınıdır; Salihli’de Yunanlılarla savaşırken, ‘Çavuş’ rütbesini almış, İstiklâl Mücadelesi’ne başından, sonuna değin katılmış, Sakarya’da sol kasığından piyade mermisi ile yaralanıp, tedavi olmuş ve Büyük Taarruz’a katılıp, Mürsel Paşa ekibine girmiş ve burada atılan bir misketle sol bacağı kırılmış, sonrasında Binbaşılığa değin yükselmiş Çete Emir Ayşe (Emire Ayşe Aliye),

Mondros Mütarekesi’nden sonra eşleri Ermeniler tarafından şehit edilen kadınları etrafına toplamış ve Ermenilerle çarpışmış, kızı Fatma, oğlu Seyfeddin ve iki kardeşinin yer aldıkları çetesi ile Bursa ve İzmit’in işgâlden kurtulması için çarpışmış, İzmit işgâl edilince, oğlu ve kardeşi ile bölgeye giderek, örgütlenmiş ve çete kurmuş, çetesi ile Yunan işgâlcilerine karşı uzun süre mücadele etmiş, Millî Mücadele’de, Adana, Dinar, Nazilli, Sarayköy, Afyonkarahisar ve Tire’de asker olarak savaşmış, İzmit’te karargâh kumandanlığı yapmış, muharebelerde gösterdiği başarıdan dolayı Kara Fatma ismini ona, Mustafa Kemal vermiş, 1919’da, Mustafa Kemal’in karşısına geçerek, “Kadınsam, Türk de değil miyim? Bana görev verin” demiş ve Milis Müfreze komutanı olarak, Batı Cephesi’nde görevlendirilmiş, Rum ve Ermenilere karşı büyük zaferler kazanmış, Sakarya ve Başkomutanlık Muharebeleri’ne katılmış, Mustafa Kemal tarafından kendisine, “teğmen” rütbesi verilmiş ve o üsteğmenliğe değin yükselmiş Fatma Seher Erden (Erzurumlu Kara Fatma),

Henüz birkaç aylık evliyken, eşi Halil Efe ile Milli Mücadele’ye katılmış, Afyon mevzilerinde düşmana karşı çarpışan çetenin içerisinde yer almış, çok iyi silâh kullanan, Mart 1922’de, Akhisar ve Sındırgı sınırı üzerinde Kocayayla’da, henüz ömrü ilkyazında düşmanla savaşırken, başından vurularak şehit olan Gördesli Makbule,

Millî mücadelenin ilk dönemleri, keşif ve kundakçılık görevleri gerçekleştiren, daha sonra çarpışmalara katılan, ateş hattında kalan iki arkadaşını korumak için ileri atılınca şehit olan kahraman Türk Kadını Tayyar Rahmiye, Fransızlar, 5 Kasım 1919’da, Antep’i işgâl etmeye başlamış, 1920 başında başlayan Antep savunmasına, Şaraküstü Mahallesi’nden katılmak istemiş, ancak Fransızlara karşı mücadele eden erkekler, onu yanlarında istememişler, bu durum karşısında onlara, “Benim kanım, sizinkinden daha mı şirindir?” diyerek, karşı gelmiş ve mücadeleye katılmış Gaziantepli Yirik Fatma,

Kastamonu’da, ilk kadın meclis üyesi olan, Kastamonu Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Kadınlar Kolu kurucularından, Kurtuluş Savaşı sonrası Kastamonu’da, kadınları toplayan, asker için çorap, fanila ördürüp, cepheye gönderen, “Cumhuriyet Kadını” olmakla övünen, savaştan sonra, yeni baştan Türkçe harflerle okuma-yazma öğrenen Hafız Selman İzbeli,

Erzurum’da Millî bilincin yerleşmesi için konuşmalar gerçekleştiren aynı zamanda ilk şapka giyen Türk kadını Zeliha Faika Ünlüer,

Adana direnişi esnasında Toros Dağları’na çekilmek durumunda kalan Türk askerlerinin, inekleri sütüyle ve nevi yiyecekle gıda gereksinimlerini karşılayan Sultan Hanım, cepheye cephane taşırken, kucağında sekiz aylık kızını, omuzunda ise mermisini taşıyan ve düşman işitmesin diye bebeğini göğsüne bastırmak durumunda kalarak, onu yanlışlıkla şehit eden Ayşe Tayyibe Hatun,

20 Mayıs 1919’da, Üsküdar’da mitingde Asrî Kadınlar Cemiyeti üyesi olarak, kadınların da, erleri ile savaşa omuz omuza katılacağı konuşmasını yapan Naciye Hanım, Erek Kasabası’nda, Ruslardan asker ve lojistik destek alan Ermenilerle çarpışan 500 kişilik millî direniş gücüne katılan Süreyya Sülün Hanım,

8 Mayıs 1920’de, Millî Kuvvetler, Pozantı’da kadın, erkek, çocuk taarruza başlamış ve Fransızlar karşı koyamayarak geri çekilmeye başladıklarında, Tekir Yaylası’ndan, Mersin’e ulaşan en kısa yolu soran Fransız Askerî Kuvvetleri’ne kılavuzluk ederek, onları, Türk askerlerinin mevzilendiği Karaboğaz’a götürmüş, bir gerekçe ile yanlarından ayrılarak, yaklaşık 100 Türk askerini, Karaboğaz’ın iki tarafına yerleştirmiş, bu hareketi ile Fransızlara ânî baskın düzenleyerek, 9 subay, 550 Fransız askerini esir ettirmiş Kılavuz Hatice /Hatice Hatun ve daha nice kahraman, Alp Türk Kadını, insanlık tarihinde hiçbir toplumun, ülkenin yetiştirmediği ve dünyada hiçbir milletin kadının, vatanını, milletini böyle savunmadığı gerçeğidir. Batının yazılı, çizili, canlandırmalı ve doğrudan canlı, zihin odaklı sözde kültür ürünlerinde kahramanlar aranmak yerine binlerce yıllık Tarihimiz’e bakmak yeterlidir.