TURAN ALP KIZLAR
Hani, Amerikan sineması ve çizgi roman
furyasında sıklıkla karşılaştığımız, ‘amazonlar’ diye terim vardır ya, yeri
açıklanmayan ama herhangi bilimsel sebebe dayandırılmaksızın ‘gerçekçi’ kılınan
bu yaklaşım ile temelli wonder woman, zeyna, kızıl sonya, karadul, femme fatale
vb. dişi kültürel karşıtlıklar, kendine yabancılaşmış, uygarlaşma sürecini
tamamlayamamış tüm toplumlar yahut birinci sınıf gelişmişlikte gözüken batılı
toplumlar gibi hemen bütün bölgelerde, geniş kültürel yayılım göstererek, o
bölgenin toplumsal özünü oluşturan kültürel değerlerini başkalaştıran nevi ürünler
doğururlar. Kadının, tabiatına aykırı olarak erkekten ayrıksı, eşcinsel, salt
doğurgan ya da başına buyruk, duyarsız kişilikte olmasını öğütleyen bu ürünlerin
yegâne ereği, bireyleri zihinsel açıdan sağaltarak, yaşadıkları toplumdan
ayrıştırmaktır…
TOMARIS
Batının, kimi görsel kültürel yaptırımlarının
sözde mebdesi olan amazon mevzusunun asıl kaynağı, o geçmişten türemiş Türk
toplumunca da, pek bilinmemekte olan Sakalar(Massaget’ler) ön
Türkler topluluğunda, eri ile eşit yaşamış savaşçı Türk Kadını’dır. Türk
Kadını, İslâmiyet’in kabûlüne değin Alp Kızlar olarak biliniliyordu. Ancak Araplaşmanın
getirdiği kör kütük gelenekler ile bu durum tersine dönerek, Türk Kadını’nı,
yaşadığı toplumun en değersiz nesnesi konumuna düşürmüştür… İskitler-Sakalar,
M. Ö. 8. yy. ile M. S. 2. yy. arasında, Avrupa’nın doğusu Kırım-Pontik
Bozkırlar ile Orta Asya’da, Tanrı Dağları ve Fergana Vadisi’ni kapsayan topraklarda
yaşamış savaşçı bir Türk halkıdır. Toplumda, eşit değerde kadını ile erkeği
savaşçı yetilerle donanımlıydılar. Alp Türk Kadını, bileğini bükemeyecek er ile
yaşamını birleştirmediği gibi milletini, toprağını koruyacağı hiçbir savaştan
çekinmezdi. Bu topraklarda, M. Ö. 6. yy’da yaşamış Tomaris/Tomris Hotın(Altay Türkçesi) Hatun, kocasının, Farslılarca öldürülmesi üzerine yeni Kağan
olmuştur. İnsanlık tarihinde ilk kadın Kağan, Ulu Ece Tomaris’dir. İsmi mânâsı,
eski Türkçe’de, demir olan temir-teymur’dan gelir. Aynı yüzyıl, Pers diyarında
Ahameniş devleti egemenlik sürüyordu. Bu sülâleden gelen tüm yöneticiler, Türk
topluluklarını hep taciz etmiştiler. Persler’in başında, Keyhüsrev-Kiros
bulunuyordu. Manna, Lidya ve Babil’i ele geçirdikten sonra, gözünü doğuda kalan
Türk yurtlarına dikmiş, artsız akınlarıyla, batı Türkistan güneyini ele
geçirmişti. Kocasının ölümü ardından, sessiz siyaset seyreden Tomaris, bu arada
olacaklara karşı savunmayı daha da güçlü kılmağa uğraşıyordu. Onun barışçıl
yanını zayıflık olarak gören Kiros’un, Saka topraklarına aralıksız akınları
sürdü. Persler, Saka topraklarında ilerlemeği sürdürdükçe, yakılmış
topraklardan başka bir şey bulamadılar. Saka’ların bu belirsiz davranışı
ardında, düşmanı üzerine çekerek, kıskacına alma taktiği barınıyordu. Saka’ları
kovalamaktan bezen Kiros, Tomaris Hatun’a, elçiler göndererek, kendisi ile
evlenerek, kendisine tabi olması karşılığında, Saka’lar iler savaşmayacağı
vaadinde bulundu. Onun asıl niyetini bilen Tomris, bunu katiyetle reddetti.
Sınırlarını iyice genişletmiş, dört yana korku salmış Kiros, bu ret karşısında
çok öfkelendi ve Türk’lere savaş ilân etti. Kalabalık ordusunda ayrıca, vahşice
eğitilmiş yüzlerce köpekle, Aras Irmağı’na ulaştı. Nehri geçmek için köprüler
inşa ettirerek, karşı tarafa geçti. Onu öteden izleyen Tomaris Hatun, elçileri
ile Pers Hükûmdarına şu haberi iletti:
“Kiros, bu işlerden vazgeç; yaptıkların,
iyiliğine midir, değil midir, bilemezsin. Geri dön ve kendi halkına hükmet.
Bizim, kendi halklarımızı yönetmemize karışma. Ama sanırım, öğüdümü
işitmeyeceksin değil mi? İlle de, Saka’lar ile boy ölçüşmek istiyorsan, o zaman
ırmağın iki yakasını birleştirmek için zahmet etme. Biz, ırmaktan üç günlük
yola değin çekileceğiz. Suyu geç ve yurdumuza gel; yok, eğer bizim gelmemizi
istiyorsan, bu dediğimi sen yap.”
“Kana doymayan kanlı katil Kiros, bu yaptığınla
övünme. Bu zaferi, içinde sizin de aklınızı başınızdan alan üzüm kazandı. Bu
zehirdir, seni hilebazlıkla oğlum efendisi yapan. Sana güzel bir öğüt vereyim,
beni işit, oğlumu, bana geri ver. Saka ordusunun üçte biri üzerinde kazandığın
kaba zaferle yetinip, çek git topraklarımızdan. Eğer dediğimi yapmazsan,
Saka’ların Ece’si olarak ant içerim, kan dökmeğe doymayan seni, kana
doyuracağım.”
Kiros, kendisine Tomaris’in sözlerini ileten
elçiyi ciddiye almaz. Tomris’in oğlu ayılınca, esir düştüğünü anlar ve Kiros’a
yalvarır. Kiros, ellerini çözdürünce, esaretin verdiği millî eziklik ile
intihar eder. Bunu öğrenen Tomaris, üzüntüsü hiddeti ile ordusunu toplayıp,
Acem’lere saldırır. Ant içerek, şöyle der:
“Kana susamış Kiros, sen, oğlumu mertçe değil, o
içtikçe zıvanadan çıktığın şarapla öldürdün. Ant içerim, seni kanla
doyuracağım.”
“Ey namert! Sen, beni hile ile oğlumdan
ayırarak, evlât acısıyla dağladın. Ben de, verdiğim sözü tutarak, seni kanla
suluyorum. Başkaları yurduna zorbalıkla girenlerin cezası, işte budur!”
KIRK KIZLAR
Bir başka örnek, daha yakın zamandan, İslâm
dönemi Türk Tarihi’nden, Türkistan yöresinde Karakalpak Destanları’nda geçen
Gülayım ve kırk nedimesinin mertliklerini, vatan, millet sevgisini yansıtan,
anlatıla gele destan niteliği kazanmış, mertlik hikâyeleridir. Türk’ler
arasında, İslâm’ın yeni yayılmaya başladığı dönemde geçen bu tarihî olgu, Türk
Kadını’nın, batının ve Arap milletlerinin bakışları doğrultusunda bir Ortadoğu
ananeleri ürünü olmadığı, özünde yaşamın her alanında eri ile eşit ve omuz
omuza olduğunun göstergesidir…
Çok önceki zamanda,
O zaman evvelinde…
Namı aşmış,
Devleti taşmış…
Dallar denli bükülen,
Altın gibi parlayan,
Kara kaş, kara saçlı,
Keskin gözlü, şirin sözlü,
İnce dudakları kaymak gibi,
Güzel ağzı oymak gibi,
Fıstık burunlu, badem gözlü,
Uzun boyunlu, ak gerdanlı,
İnci dişli, Umay yüzlü.
Namı yayılı cihana,
Altın gevher başında,
Özü on dört yaşında,
Altı er arasında,
Nazlı nazlı büyüyen Gülayım.
Görenler, akıl, şuur yitirir,
Aysız gece çıksa o kız dışarı,
Karanlık eve işsiz gevher olur.
Gün olmasa, kırk yıl gün doğmasa,
Parlak yüzü, ay ışır.
Hiddetlense, Alp’ler ürker.
Yanaşması olur, kapısında hizmet edermiş.
Tan doğup, tün batan,
Ömrü kısa yıldızca,
Gören içini yakıp,
Sevmeden kendi hâlinde,
Devran sürdü Gülayım.
Yanına, kırk kızın alıp,
Düşmanından kaçmadı.
Sözü korkup demedi.
Saçını ters taratmadan,
Gelene ümit vermeden,
Halktan ırak kalmak için,
Kırk kızı ile Gülayım,
Hp beraber olmak üzere,
Babasından istedi,
Meyveli adayı.
On iki ustaya,
Tunç surlar yaptırdı.
Çelik ile şoyın(kurşun alaşımlı demir)’dan,
Kapısını oydurdu.
Adanın yüksek yerlerin,
Hayvan getirip, sürdürdü.
Çorak yerlere,
Kıymetli gübre döktürdü.
Gül bahçeler ektirdi.
Nice günler geçtikçe,
Aylar, yıllara erdikçe,
Meyveli adası bağ oldu.
Balkır güller açıldı,
Bağırlarında bülbüller şakıdı.
Halkı ile Gülayım,
Ulu toy toyladı.
Kırk kızı ile
Oğlak tartış(oğlak derisiyle, at üzerinde oynanan oyun) oynadı.
ALP TÜRK KADINI
İslâm evveli tüm Türk topluluklarında kadın, yaşadığı toplumda her hususta eri ile eşitti. Üstelik evlât eve gelince, ilkin anaya ardından, babaya selâm verir, bir iş yapacağı zaman yine ilk annesinin rızasını alırdı. Yani yalnız baba değil, ana da, ata sayılırdı… Kahraman Türk Kadını’nın yok sayıldığı günümüzde, bize bu gerçeği unutturan batılı ve doğulu güçler, bir asır önce Millî Mücadele yıllarında kimliği öldü sandığı Türk milletinin, vatanı uğruna kendi, eşi ve evlâdı canlarını feda ettiği Alp Türk Kadını’ndan yediği darbeleri hâlâ unutabilmiş değildir.
1921 Kasım’ında ilkin Kastamonu ardından, Ankara’ya iletilmesi gereken
cephaneleri kağnıya yüklemiş; bebeği Elif’i, kucağına alarak, yola çıkmış,
ancak gece Kastamonu’ya vardığında, kışla önünde donarak şehit olan Şerife
Bacı,
Kurtuluş Savaşı’na erkek kılığında katılmış, bu
sebeple herkes, onu Halim Çavuş olarak tanımıştır. Ankara’dan, Sakarya’ya
cephane taşımaya yardım etmiş, İnebolu’da ATATÜRK
ile karşılaştığında, soğuk havaya aldırış etmeden dış giysisini cephanelerin
üzerine örttüğü görülünce, Paşa kendisine: “Üşümüyor musun?” suali üzerine,
karşısındakinin ATATÜRK olduğunun
farkında olmadan, “Bey, 100 bin kişi kurtulacak, ben ölsem, ne olacak”
karşılığını veren Halime Çavuş,
Annesi ölünce, babası sekiz yaşında Çanakkale
Savaşı’na götürmüş, üç sene babasının yanında kalmış, 70. Alay’ın simgesi olmuş
ve bu sebeple bu alaya, ‘Kızlı Alay’ denilmiştir. Çok iyi at binen ve silâh
kullanan, henüz 12 yaşında onbaşı rütbesini alan Millî Mücadele’ye
katkılarından dolayı İsmet Paşa tarafından, kendisine “Kurmay” unvanı verilmiş Nezahat
Onbaşı (Nezahat Baysel),
Eşi, Birinci Dünya Savaşı’nda, Kafkas Cephesi’nde
şehit düşünce, intikam için 15 Mayıs 1919’da, düşman İzmir’e ve Aydın’a geçince
Ayşe Hanım, Kuva-yı Milliye Birliği’ni kurarak, birliği ile Köpekçi Nuri
Çetesi’ne katılmış, ayrıca rütbeli olarak savaşa katılan ilk Türk kadınıdır;
Salihli’de Yunanlılarla savaşırken, ‘Çavuş’ rütbesini almış, İstiklâl
Mücadelesi’ne başından, sonuna değin katılmış, Sakarya’da sol kasığından piyade
mermisi ile yaralanıp, tedavi olmuş ve Büyük Taarruz’a katılıp, Mürsel Paşa
ekibine girmiş ve burada atılan bir misketle sol bacağı kırılmış, sonrasında
Binbaşılığa değin yükselmiş Çete Emir Ayşe (Emire
Ayşe Aliye),
Mondros Mütarekesi’nden sonra eşleri Ermeniler
tarafından şehit edilen kadınları etrafına toplamış ve Ermenilerle çarpışmış, kızı
Fatma, oğlu Seyfeddin ve iki kardeşinin yer aldıkları çetesi ile Bursa ve
İzmit’in işgâlden kurtulması için çarpışmış, İzmit işgâl edilince, oğlu ve
kardeşi ile bölgeye giderek, örgütlenmiş ve çete kurmuş, çetesi ile Yunan işgâlcilerine
karşı uzun süre mücadele etmiş, Millî Mücadele’de, Adana, Dinar, Nazilli,
Sarayköy, Afyonkarahisar ve Tire’de asker olarak savaşmış, İzmit’te karargâh
kumandanlığı yapmış, muharebelerde gösterdiği başarıdan dolayı Kara Fatma
ismini ona, Mustafa Kemal vermiş, 1919’da, Mustafa Kemal’in karşısına geçerek,
“Kadınsam, Türk de değil miyim? Bana görev verin” demiş ve Milis Müfreze
komutanı olarak, Batı Cephesi’nde görevlendirilmiş, Rum ve Ermenilere karşı
büyük zaferler kazanmış, Sakarya ve Başkomutanlık Muharebeleri’ne katılmış,
Mustafa Kemal tarafından kendisine, “teğmen” rütbesi verilmiş ve o üsteğmenliğe
değin yükselmiş Fatma Seher Erden (Erzurumlu
Kara Fatma),
Henüz birkaç aylık evliyken, eşi Halil Efe ile
Milli Mücadele’ye katılmış, Afyon mevzilerinde düşmana karşı çarpışan çetenin
içerisinde yer almış, çok iyi silâh kullanan, Mart 1922’de, Akhisar ve Sındırgı
sınırı üzerinde Kocayayla’da, henüz ömrü ilkyazında düşmanla savaşırken, başından
vurularak şehit olan Gördesli Makbule,
Millî mücadelenin ilk dönemleri, keşif ve
kundakçılık görevleri gerçekleştiren, daha sonra çarpışmalara katılan, ateş
hattında kalan iki arkadaşını korumak için ileri atılınca şehit olan kahraman
Türk Kadını Tayyar Rahmiye, Fransızlar, 5 Kasım 1919’da, Antep’i işgâl etmeye
başlamış, 1920 başında başlayan Antep savunmasına, Şaraküstü Mahallesi’nden katılmak
istemiş, ancak Fransızlara karşı mücadele eden erkekler, onu yanlarında
istememişler, bu durum karşısında onlara, “Benim kanım, sizinkinden daha mı
şirindir?” diyerek, karşı gelmiş ve mücadeleye katılmış Gaziantepli Yirik
Fatma,
Kastamonu’da, ilk kadın meclis üyesi olan,
Kastamonu Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Kadınlar Kolu kurucularından, Kurtuluş Savaşı
sonrası Kastamonu’da, kadınları toplayan, asker için çorap, fanila ördürüp,
cepheye gönderen, “Cumhuriyet Kadını” olmakla övünen, savaştan sonra, yeni
baştan Türkçe harflerle okuma-yazma öğrenen Hafız Selman İzbeli,
Erzurum’da Millî bilincin yerleşmesi için
konuşmalar gerçekleştiren aynı zamanda ilk şapka giyen Türk kadını Zeliha Faika
Ünlüer,
Adana direnişi esnasında Toros Dağları’na
çekilmek durumunda kalan Türk askerlerinin, inekleri sütüyle ve nevi yiyecekle
gıda gereksinimlerini karşılayan Sultan Hanım, cepheye cephane taşırken, kucağında
sekiz aylık kızını, omuzunda ise mermisini taşıyan ve düşman işitmesin diye
bebeğini göğsüne bastırmak durumunda kalarak, onu yanlışlıkla şehit eden Ayşe
Tayyibe Hatun,
20 Mayıs 1919’da, Üsküdar’da mitingde Asrî
Kadınlar Cemiyeti üyesi olarak, kadınların da, erleri ile savaşa omuz omuza
katılacağı konuşmasını yapan Naciye Hanım, Erek Kasabası’nda, Ruslardan asker
ve lojistik destek alan Ermenilerle çarpışan 500 kişilik millî direniş gücüne
katılan Süreyya Sülün Hanım,
8 Mayıs 1920’de, Millî Kuvvetler, Pozantı’da
kadın, erkek, çocuk taarruza başlamış ve Fransızlar karşı koyamayarak geri çekilmeye
başladıklarında, Tekir Yaylası’ndan, Mersin’e ulaşan en kısa yolu soran Fransız
Askerî Kuvvetleri’ne kılavuzluk ederek, onları, Türk askerlerinin mevzilendiği
Karaboğaz’a götürmüş, bir gerekçe ile yanlarından ayrılarak, yaklaşık 100 Türk
askerini, Karaboğaz’ın iki tarafına yerleştirmiş, bu hareketi ile Fransızlara ânî
baskın düzenleyerek, 9 subay, 550 Fransız askerini esir ettirmiş Kılavuz Hatice
/Hatice Hatun ve daha nice kahraman, Alp Türk Kadını, insanlık
tarihinde hiçbir toplumun, ülkenin yetiştirmediği ve dünyada hiçbir milletin
kadının, vatanını, milletini böyle savunmadığı gerçeğidir. Batının yazılı, çizili,
canlandırmalı ve doğrudan canlı, zihin odaklı sözde kültür ürünlerinde
kahramanlar aranmak yerine binlerce yıllık Tarihimiz’e bakmak yeterlidir.